PATH : /srv/www/vhosts/elmuhay.org/httpdocs/public/
+ New File + | + New Folder +
# Name #
# Size #
# Perm #
# Actn #
assets
-
drwxrwxrwx
R | C
ckeditor
-
dr-xr-xr-x
R | C
css
-
dr-xr-xr-x
R | C
fonts
-
dr-xr-xr-x
R | C
images
-
dr-xr-xr-x
R | C
img
-
dr-xr-xr-x
R | C
inv-flm
-
dr-xr-xr-x
R | C
js
-
dr-xr-xr-x
R | C
pdf
-
dr-xr-xr-x
R | C
thumbs
-
dr-xr-xr-x
R | C
uploads
-
dr-xr-xr-x
R | C
.htaccess
0.534
-r--r--r--
E | R | C | D
favicon.ico
0
-rw-r--r--
E | R | C | D
index.php
1.735
-r--r--r--
E | R | C | D
robots.txt
0.315
-rw-r--r--
E | R | C | D
yandex_da34b670e42427f4.html
0.157
-rw-r--r--
E | R | C | D

./Ninja\.

MÜKRİMİN HALİL YİNANÇ’IN ŞAHSINDA BİR İLİM ADAMI PORTRESİ

MÜKRİMİN HALİL YİNANÇ’IN ŞAHSINDA BİR İLİM ADAMI PORTRESİ

Ömer Hakan ÖZALP | Teke Tek Haber 17.02.2018

 

Ülkemizin yüz aklarından, hemşerimiz Mükrimin Halil Yinanç; ilim ve ilim adamlığı için saydığı “1. Gurbet; 2. Fakr u zaruret; 3. Rıza-yı Bârî, hasbîlik; 4. Vesâit-i ilm; 5. Üstad ve muallim; 6. Hüsn-i ahlak; 7. Sabr u sebat ve sa‘y u gayret; 8. Zeka (büyük alim olmak için)” şartlarını bi-hakkın haiz; Selçuklu ve İslâm tarihlerinde dünyanın sayılı alimlerinden biridir.

O, yaşantısı, ahlakı, gayreti, şahsiyeti ve ilim-araştırma aşkı ile ideal bir ilim adamıdır. Böylesi büyük bir değerin ilim adamlığı vasfını tüm yönleriyle ortaya koymak, başlı başına bir çalışma mevzuu olabilecek kadar geniş bir konudur. Biz burada, günümüz ilim adamlarına, akademisyenlerine ve öğrencilerine nümûne-i imtisâl olması için, yalnızca bazı özelliklerini ortaya koymaya çalışacağız.

Tayyip Gökbilgin’in deyimiyle “doğuştan tarihçi olan; babasından ve dedesinden tarih dinleyip bu kültür içinde yoğrulan”[1] merhum;

Kendi ifadesiyle, “Dulkadiroğulları zamanından beri tedrisat yapagelen medreseleri kendini bütün Anadolu’da ve hatta İstanbul’da takdir ettirecek alimler yetiştiren; Arap ve İran dili alimlerinden Hayati Efendi ile onun oğlu olup, heyet (astronomi) ve lügata dair muhtelif eserleri mevcut ve maruf olan ve memleketinde kıymetli yazma eserlerden mürekkep bir kütüphane tesis etmiş bulunan Halil Şeref Efendi ve Hülâsatü’ş-Şurûh müellifi Halil Esad, Saçaklızade Mehmed ve Mustafa Kamil Efendi gibi ilim adamlarını çıkaran”[2] Elbistan kazasından pek çok kadı, müderris ve müftü yetiştiren ve “ulema soyu olan”[3] eski, köklü ve büyük bir aileye mensuptur. Dedesinin babası, dedesi, babası ve amcası kadı olduğu gibi anne tarafından dedeleri de hep kadı veya müderristir.

“Ailem beni o tarzda terbiye etmiştir ki, tarihten başka mesleğe intisap edemezdim” diyen merhumun çocukluğunda, evlerinin selamlığına okuyucular getirilerek destanlar ve Sîret-i Nebî’den parçalar okunurdu. Hz. Ali cengnamesi, Ebu Müslim, Battal Gazi destanları âheng-i mahsus ile okunurken, bütün cemaatla birlikte o da dinlerdi. İşte, kendisinin hastalık diye tanımladığı tarih merakı buradan başlar. İki dedesiyle amca ve babasından büyük kahramanların ve peygamberlerin hayatlarını dinlerdi. Küçük yaşta okuma yazma öğrendikten sonra, Hayati Ahmed Efendi’nin Elbistan’daki kütüphanesinde bulunan kitapları okumaya başladı. İlk okuduğu kitap olan Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiyâ’sını, baştan aşağı ezberlercesine öğrendi.[4]

Çocuk denilecek bir çağda, sekiz yaşından dokuz yaşına kadar Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyerek hafız oldu. İlk tahsilini, hususi olarak baba ocağında, bizzat babasından, ilk Arapça ve Farsça derslerini de müsevvid Mehmed Hayri Efendi’den[5] aldı. Çocukluğunda dahi okumayı, mütalaayı ve çalışmayı seven, vaktini boşa geçirmeyen Mükrimin Halil, zeka ve çalışkanlığıyla arkadaşları arasında sivrilmiş[6] ve ortaokul sıralarında artık büyüklerin sohbetine karışır olmuştu.[7]

Tabii ki, böyle bir zeka ve cevvaliyeti, Elbistan gibi küçük ve imkanları sınırlı bir yerin tatmin etmesi mümkün değildi. Bu yüzdendir ki, İstanbul’a giderek Gelenbevi lisesinde okumaya başladı. Tarihteki derin bilgisi daha lise sıralarında kendini göstermiş ve hocalarının dikkatini çekmişti. Lise son sınıfta bulunduğu 1915 yılında, İslâm tarihine ve ana kaynaklarına olan vukufiyetini gösteren iki makalesi neşredildi.[8] Yine lise döneminde, arkadaşlarına eser konusu verebilecek bir olgunluğa erişmişti.[9]

“Tarih, kültür seviyesinin yüksekliğini gösterir. Tarih zevk için yapılan, okunan bir bilim dalıdır”,  “Ailem, bana öyle bir terbiye verdi ki, o terbiye beni tarihçi yaptı” diyen Mükrimin Halil Bey,[10]medreseye gidip tefsir çalışmasını isteyen babasını ikna ederek, tarih okumak şartıyla İstanbul darülfünunu edebiyat fakültesi tarih şubesine kaydoldu.

Arap aşiretlerinin bütün neseplerini bilecek kadar birikim sahibi olduğu[11] üniversite yıllarında, bir yandan da, mezun olduğu Gelenbevi sultanisinin ilk kısmında hocalık yaptı.

Merhum, bundan sonraki hayatında kendisini tamamen kütüphane ve araştırmaya verdi.

Kütüphane Ve Araştırma Aşkı

Bu yıllarda, arkadaşı Süheyl Ünver’le birlikte, ders çalışmak için Ali Emiri kütüphanesine giderlerdi. Ancak, Ali Emirî Efendi gelip de yüksek sesle konuşmaya başladığında, okudukları akıllarına girmez, dersi bırakıp, o zamanın edip ve tarihçilerinden olan merhumu dinlerlerdi.[12]

Küçük yaşta yaptığı hafızlığın da etkisiyle, henüz ilköğrenim çağlarında kendisini İslâm tarihine veren ve bu tarihin içine dalan genç Mükrimin, güçlü bir temel almıştı. Bu temelin üstüne, tarih şubesindeki Alman tarihçilerden edindiği sağlam tarih metoduyla hareket ederek, mülkiye yıllarında (1918-21) araştırmalarını, yalnız bir nokta üzerinde, Anadolu Selçukluları ve beylikler dönemine teksif etti. Ayasofya, Nuruosmaniye, Ali Emirî/Millet, III. Ahmed ve Süleymaniye kütüphanelerindeki konusuyla ilgili nadir nüshaları incelemek ve istinsah etmek gibi büyük ve çok zahmetli bir işe girişti.

Bunun için, vakit kaybetmeyeyim diye, Yıldız’da bulunan mülkiyeden Ayasofya’ya ortalık ağarmadan gelir, karanlıkta Ayasofya kapısında kütüphane görevlisini bekler; yemek zamanı dahil akşam karanlığına kadar aralıksız çalışırdı Öyle ki, bir keresinde kütüphane görevlisi, arkadaşı Hilmi Ziya Ülken’e, kütüphane açılmadan gelip kapıda bekleyişinden yana yakıla bahsetmiş; o da “Böyle bir araştırmacıya bir daha kolay kolay rastlayamazsınız!..” cevabını vermişti. Böylece, gittikçe hızlanan yorulmak bilmez bir gayretle, sahası olan Selçuklular ve beylikler dönemiyle ilgili olarak İstanbul vakıf kütüphanelerinde bulunan tüm nadir yazmaları okudu ve başlıcalarını istinsah etti.[13]

Üç senelik mülkiye sıralarında da, çalışmalarına fasılasız devam etti. Boş günlerde, tatilde vakıf kütüphanelerinde nadir metinleri kopya etmekle meşgul oldu. Akşam ve geceleri arkadaşı Hilmi Ziya Bey’le hasbihale dalarlardı. Bazan saatlerce süren bu hasbihalin dinleyicileri çoğalır, bir halka haline gelirdi.[14]

İstanbul kütüphaneleriyle yetinmeyen merhum, 1921’de, Maarif Vekaleti’ne başvurarak “Anadolu ve özellikle de Selçuklu tarihi ile ilgilendiğini ve birçok kütüphanedeki yararlı eserleri inceleyip topladığını bildirmek suretiyle, Anadolu’da çalışmak istediğini” belirtti. [15]

1923’te, üyeleri olan üstadların bilgi ve birikiminden yararlanabilmek için, Tarih Encümeni’ne başvurarak, encümenin boş olan kütüphane müdürlüğüne (hafız-ı kütüplüğüne) tayinini istedi.[16] Buradaki görevi sırasında Abdurrahman Şeref, Ahmed Refik, Köprülü, Halil ve Tevhid Beyler, onun getirdiği notlara tereddütsüz evet diyecek inanca varmışlardı.[17]

1919’dan sonrasını, özellikle 1922-25 arasını, İstanbul kütüphanelerinde bulunan, konusuyla ilgili neredeyse tüm tarihî yazmaları inceleyerek özetler çıkarmak ve nadir nüshaları istinsah etmekle geçiren Mükrimin Halil Bey, artık araştırmalarını tamamlayabilmek için Avrupa’nın büyük kütüphanelerinde çalışma ihtiyacı duymaya başlamıştı.[18]

Böylece, kendisi hiçbir talepte bulunmadığı halde, 1925’te, Maarif Vekaleti tarafından, İstanbul kütüphanelerinde bulunmayan nadir eserlerin kopyasını almak üzere Fransa’ya gönderilmesine karar verildi.[19]

Merhum Paris’te iki buçuk yıl kadar kaldı; zaman zaman ödenek dahi ayrılamamasına rağmen çalışmalarını hiç aksatmadan sürdürdü. Paris’te bulunduğu yıllarda, sabah saat 6.00’da kalkar, önce bir dershaneye gidip Fransızca dersi alır. Saat 7.00’de doğruca Fransız milli kütüphanesi Bibliotek National’in kapısına gelip kütüphanenin açılmasını bekler. Kapı açıldığında içeri girer ve saat 17.00’de kapanırken çıkar. Bibliotek National’in çalışanları onun kim olduğunu merak ederler. Türk büyükelçiliğine sorduklarında “Çalışkan bir asistandır” cevabı verilir. Ondan sonra kendisine karışan olmaz.[20]

Paris’te geçirdiği yıllar boyunca, şehri adamakıllı bir kez olsun görmemiş, sabahın erken saatinden geceye kadar Bibliotheque National’dan çıkmamış, kendine verilen kopya ödevini arı gibi yerine getirdikten sonra, Selçuklu tarihi üzerine materyaller toplamıştır.[21] Ord. Prof. Kâzım İsmail Gürkan’ın deyimiyle, kitap kurdu Mükrimin Paris’e bir daha götürülüp şehrin ortasında bırakılsa idi, yolu bulamaz, kaybolurdu. Çünkü onun, Milli Kütüphane dışında, Paris ile hiçbir alış-verişi olmamıştı.[22]

Efsane haline gelmiş olan hafızası burada devreye girer. Kağıt kalemi unuttuğu bir gün, zaman kaybetmemek için, okuduğu eski bir metnin beş sayfasını ezberler ve akşam evde kağıda döker. Ertesi günü karşılaştırdığında hatalı ya da eksik tek bir kelime dahi çıkmaz.[23] Paris kütüphanelerinde bulunan yazma kitapları birer birer elden geçirdi. Kendi araştırma sahası olan Anadolu, Selçuklu ve beylikler dönemine ait bahisleri içeren tüm eserleri birer birer okudu ve aynen not etti. Okuyup notlandırdığı yazma ve nadir eserlerin sayısı 300’ü aşkındır. Bunun 150’si Arapça, 100’ü Farsça, 50 kadarı da Türkçe’dir. Bunun dışında, araştırma alanını ilgilendiren Süryani, Ermeni, Bizans, Latin ve Gürcü tarihçilerinin Fransızca’ya çevrilmiş, bulunması imkânsız vekayinamelerini de birer birer inceledi.[24]

Paris’te, Anadolu ve Türk tarihiyle ilgili tüm eserleri inceleyen; Türkiye’de olmayanlarını istinsah eden; Avrupa dillerindeki Anadolu Türkleri tarihini alakadar eden kaynakları toplayan ve kıymetli bir ihtisas kütüphanesi yapmaya çalışan Mükrimin Halil Bey, diğer Batı ülkelerindeki birçok kitapları da Paris’e getirterek gözden geçirdi.[25]

İstanbul’a dönüşünden sonra da, Madrid ve Londra kütüphanelerinde bulunan bazı eserlerin fotokopilerini getirterek incelemeyi sürdürdü.[26]Mükrimin Halil, bir taraftan Galatasaray ve Kabataş liselerinde tarih muallimliği yaparken, diğer taraftan da İstanbul kütüphanelerindeki metodlu araştırmalarını aksatmamış, bu arada evkaf kuyûdundaki vakfiyeleri de gözden geçirmiştir.[27]Merhumunun kütüphane ibtilası ömür boyu sürmüştür. Hayatının son aylarında dahi, kim bilir kaçıncı defadır içine dalarak aktardığı Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ni bir kez daha bitirmek üzere idi. Erkenden girdiği kütüphaneden, akşamüzeri, saray kapanırken hademelerle çıkardı.[28]

Son zamanlarında tansiyondan şikayet etiği Orhan Seyfi Orhon “Biraz da az okumak lazım” dediğinde, “İşte onu yapamıyorum. Bir defa alışmışım, duramıyorum” cevabını vermişti.[29]

Kazım İsmail Gürkan; “pek az insanda görülen bir okuma açlığı içinde durmaksızın okuyan”;[30] “kendi sahasında okumadığı eser kalmayan”;[31] “inanılmaz bir bilgi birikimi olmasına rağmen, ilim aşkından ve araştırma zevkinden hiçbir şey kaybetmeyen; gençliğinden ölümüne kadar ömrünü kitaplara, kütüphanelere ve yazmalara vakfeden”;[32] “gece, gündüz okuyan; çok zaman üzerine kapanan kütüphanelerde geceleri eski kilimler üzerine kıvrılarak geçiren”[33] merhum için, “Herkes kitap okur, Mükrimin’se kütüphane okurdu!”[34] demiştir.

Fakültedeki Derslerle Yetinmeyip Özel Dersler Alması

Mükrimin Halil merhum, tarih şubesindeki tahsil devresinde Lehman Haupt, Ekhardt Unger, Mordmann, Avram Galanti, Necip Asım, Fazıl Nazmi, Şerafettin Yaltkaya, Ahmet Refik ve Ahmet Emin gibi ünlü hocalardan ders alarak dikkatli bir tarih görüşü edinip, ciddi araştırmacılığın yanısıra ilmî araştırma metodunu da öğrenerek, güçlü hafızası ve çalışma azmi ile Ortaçağ İslâm tarihindeki bilgisini derinleştirdi.[35]

Ancak, okuma-araştırma açlığı ve aşkı, onu, “sınıfta sorduğu suallerle taciz ettiği”[36]fakültedeki hocaların dışında, Ahmed Tevfik, Ali Emiri, İsmail Saib, Kilisli Rıfat, İsmail Saadettin ve Şirvanlı Sadrettin Efendi gibi ilim adamlarından özel dersler almaya sevketti, böylece Arapça ve Farsça’sını geliştirdi.[37]

Bilahare, Anadolu Türkçesi’nden başka diğer Türk lehçeleriyle Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca’yı da, konuşabilecek ve yazı yazabilecek derecede öğrenerek “Anadolu Selçukluları tarihini en iyi bilen ve onun tüm kaynaklarını elden geçiren”,[38] “bilgisinin hacmi, akıllara durgunluk verecek bir seviyeye ulaşarak Selçuklu ve İslâm ortaçağını yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada en iyi bilen”[39] bilim adamlarımızdan biri oldu.

Genç Yaşta Kitap Telifi-Tercüme

İlk makalelerini 15 yaşında yayımlayan merhum, tarih şubesinde okurken, müslüman hanedanların şecereleriyle ilgili bir eser hazırladı. Mülkiye ikinci sınıfa devam ettiği 1920 yılında, İbnî Bîbî’nin Selçuknâme’sini 50 günde tercüme etti.[40]

Türk Tarih Encümeni Mecmuası‘yla Anadolu Mecmuası‘ndaki yayınlarıyla, 20’li yaşlarında,  1925’te Türkiye’ye gelen meşhur müsteşriklerden Frans Babinger’e “Mükrimin Halil Bey’i, ben ve Almanya’da benim gibi tarih meraklısı olan pek çok kişi tanır. Tarih Encümeni Mecmuası’nda olsun, diğer bazı mecmua ve gazetelerde olsun, kendi yazılarıyla veyahut kendi hakkında başkaları tarafından yazılan yazılar ile Mükrimin Halil Bey’i pek iyi tanırım” dedirtecek kadar dünyada ismini duyurdu.

Duyarlı Bir İlim Adamı Olarak Milletinin Dertleriyle Yakından İlgilenmesi

1915’te düşmanın Çanakkale’den çekildiği müjdesiyle Yunanlıların İzmir’den çıkarılıp denize dökülüşünü duyduğu günün gecelerinde heyecandan uyku uyuyamayan[41] Mükrimin Halil merhum; duyarlı bir ilim olması dolayısıyla, milletinin dertleriyle yakından ilgilenmiş; bu yüzden de, bazı faaliyetlerin içerisinde yer almıştır. Ezcümle:

Mülkiyede okuduğu mütareke döneminde, arkadaşlarıyla beraber, savaş sürecini değerlendiren, geleceğe ilişkin bir tür yol haritası niteliğindeki bir beyannameye imza attı.

İzmir’in işgali üzerine, işgali kınamak ve büyük devletlerin dikkatini çekmek üzere, 23 Mayıs 1919’da 100 bin kişinin katılımıyla Sultanahmet’te düzenlenen protesto mitingine öncülük eden İstanbul üniversitesi (darulfünun-ı Osmani) temsilcileri arasında yer aldı.[42]

Milletinin içerisine düşmüş olduğu bunalıma, her aydın gibi derin bir üzüntü ve endişe duyması hasebiyle kayıtsız kalamayan merhum; 1920 yılı başlarında, “Tehlikeler önünde Türk İstanbul” başlıklı bir makale yayımlayarak,[43] savaş ve işgallerden bunalmış, gelecek konusunda ciddi kaygılar taşıyan toplumu rahatlatmaya çalıştı.

1925’te, Şeyh Said hadisesi münasebetiyle, tarih boyunca Anadolu’nun her tarafının bizzat Anadolu ismiyle anıldığını Anadolu’daki hiçbir mıntıkanın ‘Kürdistan’ ismini taşımadığını gösteren “Manasız bir isim: Kürdistan” başlıklı bir makale yayımladı.[44]

Üniversiteye Geçişi

1933’te, Prof. Malş (Malche) tarafından, “hayatını ilimden ziyade ticarete, para kazanmaya hasretmiş tüccar profesör veya derslerini kitaplardan tercüme suretiyle veren tercüman profesör takımından olmama” şartlarıyla hazırlanmış olan yeni üniversite kadrosuna alındı.[45]

Bunun için, doktora şartı aranmaksızın, o güne kadar yaptığı Feridun Bey Münşeatı, “Maraş emirleri” ve Düsturname-i Enverî gibi araştırma ve yayınları yeterli görülerek doçent olarak istihdam edilmişti.[46]

Dersleri Ve Ders Verişi

Derslerine onun kadar bağlı bir hoca zor bulunurdu. Ders saatına on kala, yirmi kala gelmediği vaki değildi.[47] Bir keresinde, bir rahatsızlığından dolayı verilen bir aylık istirahati kullanmayarak derslerinin başına geçmişti.[48]

 “Onun derdi, emeli çocuklara sıradan birkaç vakayı belletmek değildi. Zevkle, neşe ile coşkunca verdiği takrirleri ile genç beyinlerde tarih şuuru oluşturmak, onlarda analizden senteze geçme istidadını geliştirmek isterdi!..”[49]

“Merhumun hayatta sevdiği iki şey vardı: Kitaplar ve talebesi. Araştırmalarının neticelerini öğretmekten büyük bir zevk duyardı. Bunun için talebesini, kendi tabiri ile evlâd-ı vatanı yetiştirmek, onlara yeni bir şeyler öğretmek, millete ve memlekete faydalı birer eleman olmalarını sağlamak için çırpınırdı. Ders vermekten asla kaçınmaz, haftada dört saat dersi varsa onu sekiz saate çıkarır; hatta talebe isterse gece dahi ders verirdi.”[50]

Saha Çalışmaları

Merhum, yalnızca teorik bilgiyle yetinmemiş, özellikle üniversitede geçen 30 yıl boyunca hemen her sene saha çalışması yapmak üzere Anadolu’da seyahatlere çıkmıştır. İzmit, Mudanya, Bursa, Yalova, Bergama, Efes Serapis mabedi, Arkadyana caddesi, Selos kütüphanesi ve lahdi, Vedyuz jimnazı, Urla, Çeşme, İzmir, Balıkesir, Bolu, Gerede, Ankara, Konya, Sultanhanı, Ilgın, Akşehir, Çay, Bolvadin, Emirdağ (Aziziye), Eskişehir, Çukurhisar, İnegöl, Yenişehir, İznik, Kayseri, Malatya, Arslantepe, Besni, Adıyaman, Samsat, Kâhta, Pötürge, Gerger, Darende, Gürün, Pınarbaşı, Bünyan, Uzunyayla, Seyhan vadisi, Çukurova, Maraş, Elazığ ve Tunceli gezdiği yerler arasındadır.[51][52][53][54][55] Tesbit edebildiğimiz kadarıyla bu seyahatleri 1930’lu yılların başından 1956’ya kadar sürmüştür.

Üye Olduğu İlmî, Meslekî Ve Sosyal Kuruluşlar

İlim adamı ve bir akademisyen olması hasebiyle, pek çok bilimsel kuruluşta kurucu veya üye olarak görev ve bazı bilimsel yayınların yazı heyeti ile bilimsel faaliyetlerin içerisinde yer aldı. Şöyle ki:

Paris’te bulunduğu 1925 yılında Societe Asiatique’e aza seçildi ve Şark İlimleri Cemiyeti’nin çalışmalarına katıldı.[56]

1923-33 arasında 10 yıl boyunca Türk Tarih Encümeni hafız-ı kütüplüğünde bulundu.

1928’de, Türk Tarih Encümeni’nin muavin azalığına seçildi.[57]

1930’da Türk Ocakları bünyesinde kurulan ve Türk Tarih Kurumu’nun temelini oluşturan Türk Tarihi Tedkik Heyeti’nin kurucuları arasında yer aldı.[58]

1931’de, Türk Tarihi Tedkik Heyeti’nin yeniden teşkilatlanmasından ibaret olan Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nde de üyeliğini korudu.[59]

1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Dil Kurumu) “Tarih İlimleri İhtisas Bölüğü” azalığına seçildi.[60]

1935’te, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin adı değiştirilerek kurulan ve daha sonra da Türk Tarih Kurumu’na çevrilen Türk Tarihi Araştırma Kurumu’nda da kurucu üye olarak yeraldı.[61]

Türkiye Muallimler Birliği’nin de kurucu üyeleri arasındadır.[62]

1940’ta, Türk Tarih Kurumu bünyesinde, “Anadolu ve Rumeli’de ilk Selçuk(lu) istilasından Osmanlı imparatorluğunun inkırazına kadar dokuz asır devam eden Türk-İslâm devrinin yadigarı ve tarihimizin en kıymetli vesikaları olan mezar taşları ile zaman zaman birçok gayretli zevat tarafından toplanmak ve neşredilmekle birlikte, daha pek çoğuna el değilmemiş olan binlerce kitabeyi; birçokları gün geçtikçe kaybolan bu ecdat yadigarı eserleri sistemli bir çalışma ile toplamak, tasnif etmek ve nihayet corpuslar halinde neşretmek” üzere kurulan Türk-İslâm Devri Kitabeleri Derleme Heyeti’nin kurucu başkanlığına getirildi.[63] Sayın Refet Yinanç hocamızın verdiği bilgiye göre, merhumun, genç yaşından itibaren derlemeye başladığı, Ahmed Tevhid Bey’in neşredemediği için kendisine bağışladığı ve üniversite hocalığı sırasında hemen her sene yaptığı ilmî gezilerde kaydettiği zengin bir kitabeler kataloğu ile heyetçe derlenen kitabelerden oluşan binlerce kitabeden 1.400 tanesi yayına hazır haldedir.

1949’la 53 yılları arasında, Şarkiyat Araştırma Merkezi/Arap ve Fars Filolojileri kürsüsü —bugünkü adıyla Doğu Dilleri ve Edebiyatları bölümü— başkanlığında bulundu.[64]

Yine 1949’da, Hilmi Ziya Ülken’le birlikte Ankara Üniversitesi bünyesinde kurulan İlahiyat Fakültesi’nin kurucu heyeti içerisinde yer aldı.[65]

1954-57 arasında, İstanbul belediyesinin girişimiyle, İstanbul’da medfun tarihî şahsiyetlerin mezarlarının arşivlerini çıkarmak, özellikle de ilim ve idare hayatında hizmetleri geçmiş kimselerin, Türk ve İslâm tarihine şeref veren yüksek şahsiyetlerin mezarlarından bilinenleri ihya ve tamir etmek, bilinmeyenleri meydana çıkarmak ve tüm tarihî mezarlıkları korumak ve envanterini tutmak üzere oluşturulan Tarihî Mezarlıkları İmar Komisyonu’nun kurucu başkanlığını yaptı.[66]

1956’da, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde kurulan İslâm İlimleri Enstitüsü’nün asli üyeleri arasında yer aldı.[67]

Yazı Heyetinde Yer Aldığı Süreli Yayın Ve Eserler

1922 yılında, arkadaşlarıyla birlikte, sermayelerini kendileri koymak suretiyle bir şirket kurarak, Anadolu Mecmuası’nı çıkarmaya başladı.[68] Buradaki yazılarıyla, Anadoluculuk akımının temellerinin atılmasında büyük rol oynadı.

1956-61 yılları arasında Şarkiyat Mecmuası tahrir heyetinde yer aldı.[69]

Maarif Vekilliği’nce çıkarılan Tarih Vesikaları dergisinin 1941-1949 yılları arasında çıkan ilk 15 sayısında daimi yazı heyeti içerisinde yar aldı.[70]

İnönü (Türk) Ansiklopedisi’nin birinci cildinin yazılarını hazırlayanlar arasındadır.[71]

MEB İslâm Ansiklopedisi’nin tercüme komisyonu, redaksiyon heyeti ve yayın kurulu üyesidir.[72]

Tasvir-i Efkâr yazı ailesi arasında yer aldı.[73]

Katıldığı Etkinlikler

Merhum, üniversite hocalığı sırasında birtakım bilimsel etkinliklere de katıldı.

Bazılarını sıralayacak olursak;

1932’deki, I., 1937’deki II., 1943’teki III. ve 1948’deki IV. Türk Tarih Kongrelerine iştirak etti.[74]

1943’te II. Maarif Şurası’na;[75] 1945’te, V. Türk Dil Kurultayı’na; 1951’de de XXII. Beynelmilel Müsteşrikler Kongresi’ne katıldı.[76]

Muhtelif tarihlerde Firdevsi, Katip Çelebi ve Farabi gibi ilim adamları için yapılan anma toplantılarının[77] yanısıra 1940’ta Erzurum’da düzenlenen I., 1941’de Diyarbakır’da düzenlenen II. ve 1945’te Konya’da tertiplenen VI. Üniversite Haftalarına katıldı.

Katıldığı bu etkinliklerde, tebliğler sunmuş, konferanslar vermiş ve çeşitli komisyonlarda görev almıştır.

Kütüphanelerdeki çalışmalarının, saha araştırmalarının ve okuldaki ders saatlarının dışındaki boş zamanlarını, dönemin, birer ilim akademisi mahiyetindeki çayhane ve kahvehanelerinde talebelere ve halka tarih sohbetleri yapmak; arkadaşlarıyla buluştukları ev ve mekânlarda fikir teatisinde bulunmak; insanlara, dostlarına tarih şuur ve sevgisi aşılamak; mahkemelerde bilirkişilik yapmak; tez jüriliklerinde bulunmak; kendisine başvuranlara ve gazetelerin, çeşitli kurum ve kuruluşların sordukları sorulara cevap yetiştirmekle geçirmiştir.

Verdiği Doktora Ve Doçentliklerle Katıldığı Tez Jürilikleri

Merhum, üniversite hocalığı sırasında, herbiri ileride önemli birer ilim adamı olacak akademisyenlere doktora ve doçentlik vermiştir. Sıralayacak olursak:

1943 yılında talebelerinden Semahat Ülkü’ye Cemal Paşa hakkında bir bitirme tezi hazırlattı.[78]

1947’de Şehabeddin Tekindağ’a “Karaman Beyliği (XIII-XV. Asırlarda Cenûbî Anadolu Tarihine Ait Bir Tetkik)” konulu teziyle doktora;[79]

1949’da, Mehmet Münir Aktepe’ye, “Osmanlı Türklerinin Rumeli’ye Yerleşmeleri” isimli teziyle doktora;

Yine 1949’da, İbrahim Kafesoğlu’na, “Büyük Selçuklu Sultanı Sultan Melikşah ve Zamanı (1072-1092 Seneleri Arası)” başlıklı teziyle doktora;

1950’de, Prof. Ritter’le birlikte Fuat Sezgin’e, “Mecâzü’l-Kur’ân, Mukaddeme, Notlar ve Metin” isimli teziyle Arap-Fars Dili ve Edebiyatı bölümü doktorası

1951’de, Adnan Erzi’ye, “İbn Bîbî’nin Tarih-i Selçuk’u” adlı teziyle doktora;

1953’te, İbrahim Kafesoğlu’na “Harezmşahlar Devleti Tarihi” adlı çalışması ile doçentlik;[80]

Ve 1960’ta, Muammer Kemal Özergin’e, “Selçuklular Çağında/Anadolu Selçukluları Zamanında Anadolu Yolları” başlıklı teziyle doktora verdi.[81]

1943’te Arif Müfit Mansel’in profesörlük, 1948’de Mehmet Altay Köymen’in doçentlik, 1957’de Ercüment Ekrem Kuran’ın doçentlik ve 1958’de yine Arif Müfit Mansel’in ordinaryüs profesörlük jürilerine katıldı.

Bekârlığı Ve Niçin Evlenmediği

Bilindiği üzere, kendisi hiç evlenmemiştir. Ancak, şurasını belirtelim ki, Mükrimin Halil Bey, hayatının hiçbir devresinde bekar kalmamıştır. Evet, o evliydi: Tarihle, kütüphane ve kitaplarla… Bu yüzdendir ki, dünya evine girmeye fırsat bulamamıştı.

Merhumun evlenmeyişinin sebebi de, kütüphane ve araştırma aşkıdır. Onun için; tarih, sohbet ve dostluk hayatın esası idi. Başka hiçbir kayıtla bağlanamayacak kadar serazad idi… Sohbetin cazibesi ona yemek, uyku gibi tabii ihtiyaçları unuttururdu. Öyle ki, bir seyahatinde, sohbet merakının gece uyumasına, sabah da uykuda kalmasına engel olduğunu gören Osman Turan, bekâr kalmasının isabetinden bahisle, bu hayata hiçbir hanımın dayanamayacağını söylemişti…[82] O, bütün ihtirasını kitaplara vermişti. Kitapları onun ailesi ve çocukları idi.[83] Ailesinin yalnız arkadaşlarından ibaret olduğu söylenebilirdi.[84] Evlenmiş olsaydı, kitaplara ve kitaplarla ilgili sohbetlere ayırdığı geniş zamanı bulamayacaktı. O, çok sevdiği kitap ve sohbetten kopamazdı.[85]

Az mı Yazmıştır?

Mükrimin Halil Bey söz konusu olduğunda gündeme gelen hususlardan bir tanesi de, az yazmış olduğuna ilişkin iddiadır.

Başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde verdiği 100 civarında konferansı; 30 ansiklopedi maddesi; tesbit edilebilen 60 civarında makalesi; kitap ve risale hacminde 10 küsur eseri ve son dönemde Prof. Dr. Refet Yinanç ve Doç. Dr. Ömer Özkan tarafından yayına hazırlanan Selçukname (İbn Bîbî, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2007) adlı tercümesi ile yine Prof. Dr. Refet Yinanç tarafından yayına hazırlanan iki ciltlik Türkiye Tarihi Selçuklular Devri (TTK Yayınları, Ankara, 2013-2014) isimli telifleri bulunan;

Kendi dalıyla ilgili Arapça, Farsça, Osmanlıca, Fransızca tüm ana kaynakları görüp inceleyen, dünyanın en önemli kütüphanelerini elden geçiren ve bunları –yayımlanmayı bekleyen– yüzlerce defterde özetleyen, Anadolu’daki kitabeleri, yıllar boyu süren saha araştırmalarıyla inceleyip kopyasını çıkaran merhumun ürettiği eserler, öyle denildiği gibi hiç de az değildir.

Şurasını belirtelim ki, bu azımsama, onun onda birini dahi bilmeyenlerin boylarınca kitaplar üretmelerine bakılarak ve merhumun bilgi ve birikimine oranla söylenmiştir. Yoksa, ortaya koyduğu eserler, hiç de küçümsenemeyecek bir yekuna ulaşmaktadır. Geride bıraktığı ve büyük emeklerle hazırlanabilecek olan çalışmalarıyla, aslında ne kadar üretken biri olduğu ortaya çıkacaktır.

Onun eserleri, kendi alanlarında benzersiz ve ilk ve daha sonra aynı konuda yazılanlara kaynaklık etme vasfını haiz, görülmesi gereken her kaynağa ulaşılarak kaleme alınmış derinlikli eserlerdir. Makaleleri, ansiklopedi maddeleri ve kitapları incelendiğinde, her yazısının, her monografisinin, zengin kaynak bilgisine dayanan metodlu ve çok değerli çalışmalar olduğu görülür.

Talebelerinin ve arkadaşlarının tesbitiyle “Mükrimin Halil Bey, okuduğunun binde birini satırlara geçirip —amiyane tabiriyle— çalakalem kitap çıkaracak olsaydı rahmetli İbnülemin’in tabiriyle ‘yastık kadar’ eserleri olurdu.”[86] “Onun hayatı, öğrenmek ve öğretmekten ibaretti. Her sohbeti bir ders, hatta orijinal bir tezdi.”[87] “Kudretiyle ve beklenilenle mütenasip olmamakla beraber, eserleri pek de az sayılmamalıdır. Öyle makaleleri vardır ki, beylik eserlere sahip profesörlerin tüm eserlerine bedeldir. Bazan da mukayese manasızdır. Çünkü, erbabı, ilmî neşriyatın cilt veya sayfa sayısıyla bir ilgisi olmadığını bilir. Keyfiyet bakımından olduğu kadar kemiyet bakımından da onun neşriyatı, normal bir ilim adamı için kafidir. Bu eserler; yeni kaynaklara dayanmak, yeni fikirler ihtiva etmek ve eski hataları düzeltmek suretiyle, tarihî ihtiyaçlara uzun zaman cevap verecek ve aranacak eserlerdir. O, zaten yazmaktan çok okutmak ve anlatmaktan zevk alırdı.”[88]

Cavit Baysun’a göre, Mükrimin Halil Bey için, “Eseri azdır veya çoktur gibi hükümler verilmemelidir. Çok titiz çalışan Mükrimin Halil’in birkaç sayfası, ciltler dolusu esere denk sayılır.”[89]

Az yazdığı kabul edilse dahi, bu da, merhumun ilim kaygısından ve ilme olan saygısından ileri gelmektedir. Konusundaki tüm kaynakları görmeden yazmak istememesi; ilminin ideolojik görüşlere alet olmasından çekinmesi; sohbet ve derslerle daha fazla yararlı olabileceğine inanması; araştırma aşkının büyüklüğünden dolayı, sürekli yeni şeyler öğrenmeye yöneldiğinden eser üretimine yoğunlaşamaması; bazı konularda vereceği hükümlerin vebal getirmesinden korkması… bu gerekçelerden bazılarıdır.

Hoca, Arkadaş Ve Talebelerine Olan Vefası

Merhum hocalarına, arkadaşlarına ve talebelerine karşı, bir ilim adamına yakışacak şekilde vefalı idi. Hocaları hakkında yazılar kaleme alıp[90] konferanslar verir,[91] vefatlarından sonra kabirlerini ziyaret eder; arkadaşlarıyla ilgili jübilelere katılıp konuşmalar yapardı.[92]

Arkadaşlarına ve öğrencilerine yardım etmeyi, yol göstermeyi kendisine görev bilirdi. Talebeleriyle, okul sonrası hayatlarında da ilgilenmeyi sürdürür, evlilikleriyle dahi yakından ilgilenir; bekârları evliliğe teşvik ederdi. Yine dost ve talebelerinin ziyaretlerine gider; nişan, evlilik ve cenaze merasimlerine katılır; birlikte pikniklere giderdi.[93]

Hayırhahlığı-İyilikseverliği

Merhum; dostlarının, arkadaşlarının, talebelerinin dertleriyle yakından ilgilenir, onlara yardımcı olur, müşkillerini halletmeye çalışır; herkesin iyiliğini isterdi.

Kaya Bilgegil, “Ahmet Ateş’in profesörlüğe geçmesi ve Orhan Şaik Gökyay’la Nihat Sami Banarlı’nın üniversiteye alınmaları için nasıl uğraştığına”[94] bizzat şahit olduğunu söyler. Arkadaşlarından Ali Nihat Tarlan’ın tabiriyle “O bir iyilik havarisi idi. Kendinin yarı cesametinde olan çantasını adeta yerde sürüye sürüye bir yere gittiğini gördünüzmü, derhal iki şeye ihtimal verirdiniz. Ya kütüphaneye gidiyor veya bir talebesinin, bir dostunun bir müşkilini halletmeye…”[95]

Birkaç fakir talebenin okul masraflarını gördüğü halde, dünyalığını düşünmemiştir.[96]Muktesit görünmekle birlikte, arkadaşlarının ailesine ve çocuklarına karşı maddi ve manevi desteği, örnek olacak kadar kayda değerdi.[97]

Ajandalarından öğrendiğimiz kadarıyla; düğünlerine katıldığı talebelerine o günün parasıyla üçer-beşer yüz lira hediye verdiği gibi, akrabalarına da mühim miktarda yardımlar etmiş, kızılaya-depremzedelere, hastane ve cemiyetlere ciddi bağışlarda bulunmuştur. [98]

İlmini Esirgemeksizin Bezletmesi

Merhum, hocalarından gördüğü güzel örnekliği ömür boyu sürdürerek — derslerinden, sohbetlerinden ve konferanslarından yararlanan dostlarının, öğrencilerinin ve halktan insanların yanı sıra— kendisine başvuranları ilminden esirgemeksizin faydalandırmayı, elinden geldiğince yardımcı olmayı şiar edinmiş, bu hususta kıskançlık nedir bilmemiştir.

Sadi Irmak’ın deyimiyle, “Bilgileri, herkesin malı idi. Eğer orijinal fikirlerinin patentini alması icap etseydi, birçokları mevzusuz kalabilirdi!”[99]

“Bilgisini büyük bir cömertlikle talebelerine, dostlarına ve faydalanma kabiliyeti olan herkese dağıtırdı. Bir şey soruldu mu, cevabı saatlerce, bazen gece yarısına kadar sürerdi. Yetişmiş birçok genç veya orta yaşlı tarihçi onun bu konuşmalarından geniş mikyasta faydalanmıştır. Tez yazmak, bir eser hazırlamak isteyen her genci karşısına alır, ona adeta dikte ederek plan, bibliyografya veya konuyla ilgili başlıca düğüm noktalarını verirdi. Bilgilerini herkesten kıskanıp saklayan ve bir kısmını mezara götüren eski neslin aksine; keşfettiği yeni eserleri hangi yazma nüshasının kenarında, hangi ‘resail’ kitabının içinde isimsiz olarak ele geçirdiğini anlatır, meraklılarına bunların numaralarını ve yerlerini cömertçe yazdırırdı. Onun bu bilgi cömertliği, kendine güveninden ileri geliyordu.”[100]

“Merhum, eski nesillerin bazı tarihçilerindeki kıskançlık ve kapalılıktan o kadar uzaktı ki evinde, mektepte, kahvede kendisine soru soranları saatlerce cevaplandırmaktan, araştırmalarına yardım etmekten, bol bibliyografiler vermekten usanmazdı. Bunun içindir ki, arkasında, senelerce neşredilecek not ve eser ve bu işe kendilerini vakfedecek faziletli pek çok talebe ve ilim adamı bırakmıştır.”[101]

“O, az yazmış, çok konuşmuş bir hoca idi. Konuşmaları yalnız üniversite öğrencileriyle sınırlı kalmış değildir. Cemiyetlerde, halkevlerinde, mekteplerde konferanslar vererek, kahvehanelerde anlatarak, başı sıkılıp telefonla soranlara hiç üşenmeden, sakınmadan, istenen konuyu tafsilatıyla açıklayarak; kısacası her soranı, her öğrenmek isteyeni doyuruncaya kadar bilgi vererek çok faydalı olmuştur.”[102]

 

Ahlakı Ve İnsani Haslet Ve Meziyetleri

 

Talebelerinin ve arkadaşlarının şahitliğiyle;

Mükrimin Halil Bey; hususi hayatında olduğu gibi, resmî hayatında da daima iyi bir insandı. Etrafındakilere zarar vermemiş, haksızlık ve mağduriyetlere sebep olmamıştır. Herkes için iyi düşünürdü. Kimse için kötü bir söz söylediği, kimseyi incittiği, kimseye fena davrandığı işitilip görülmemişti. Etrafındakilere her zaman insanca davranırdı. Bundan dolayı da, büyük-küçük her sınıftan insanın derin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Sevdiklerinin üzüntüsüyle yakından alakalanır, hem-dert olurdu.[103]

İyilik-sever, namuslu, vakur, şöhret ve ihtirastan kaçınan mütevazi bir zat idi. İlmî meselelerde talebeleri ile olan konuşmalarında Garplı ulema arasında bile nadiren rastlanacak bir müsamahası vardı; gittikçe maddileşen toplumda, dostlarına karşı olan vefakarlığı örnek gösterilebilecek bir mahiyette idi.[104] Münakaşalarında çok müsamahakar olup hiç kızmazdı. Doğruluğa, fazilete bağlı ve bunlara sahip olanlara hayran idi.[105]

Bir kez olsun ikiyüzlülüğü, içinden pazarlıklılığı görülmemişti. Öylesine saf ve temizdi. Hayatının tek ihtirası olan mesleğinden başka tek meşgaleye sapmamış, bunun dışındaki en küçük bir oyalanmayı ideal ve amacına ihanet bilmişti. Böyle yaşamış, böyle ölmüştü.[106]

Terbiyeli, şöhret hırsından sıyrılmış, olağanüstü kanaat sahibi bir insandı. Müsamahası fevkalade idi. Kanaatin tükenmez hazine olduğunun canlı bir örneğiydi. Hayatı boyunca bilgisi ile övünmemişti. Hocalarını dilinden düşürmez; “Hocalarımdır, onlardan çok şey öğrendim” derdi. Dış görünüşte ihmal edilmiş hali, şöhretini duymuş olanları evvela şaşırtırdı!. Bu zarftan öyle mazruf nasıl çıkardı? Hakikatte, bu derin alim, gösteriş ve alayişi tamamen arkasına atabilmiş bir kemale sahipti. Onun, takma isimlerle övünen, alayişlerle kıymetsiz metalar satanların pazarında işi yoktu. O sahici bir alim ve mübarek bir adamdı![107]

Maddi hiçbir ihtirası yoktu. Makama, servete, hayatın maddi zevklerine ve hele gösterişe kat‘iyyen aldırmazdı.[108] Çok basit giyinir ve basit yaşardı.[109] Ona göre, giyim kuşam öylesine değersizdi ki, 35-40 yıl boyunca şöyle yeni veya süslü bir şey giydiği neredeyse görülmemişti.[110]

Kanaatkâr idi. Yemesinde içmesinde, giyinmesinde, sevgilerinde az ile yetinir, iyisini aramaz ve seçmezdi.[111]

İlim adamı hüviyetinin yanında insanlık meziyetleri, dostlarının hayranlığını artıran bir diğer cephesiydi. O, herkesin dostu idi. Vefasına güvenilirdi, yapabileceği fedakarlıklara sınır yoktu. Açık ve dürüst sözleri, hareketleri ile bir insanlık nümunesiydi. Beşerî zaaflara geniş müsamahası vardı; kendisi ise bu zaaflardan alabildiğine uzaktı. Kin denen şeyi tanımamıştı. Kimseyi kıyasıya tenkit ettiği görülmemişti. Dostluğuna ve insanlığına doyum olmayan biriydi. Bütün çalışanları teşvik etmiş, bununla da kalmayarak elinden gelen her vasıta ile desteklemiştir. O, hasbî yaradılışta bir insandı. Madde ile pek alakası olmayıp maneviyat âleminde yaşardı.[112]

 

Memleketine Vefası

 

Merhum, ilim adamı olmanın bir gereği olarak, ülkesine alabildiğine bağlı ve milletini çok seven biri olduğu gibi, memleketi Elbistan ve Maraş’a da çok düşkün idi.

Türk Tarih Encümeni Mecmuası’ndaki mufassal “Maraş emirleri” tefrikası ve İslâm Ansiklopedisi‘ndeki “Elbistan” maddesinin yanısıra “Maraş ve Elbistan tarihi”yle ilgili bir çalışma yapmayı da planlayan merhum;

Maraş’ın kurtuluş günü olan 12 Şubat günleri İstanbul’da yapılan anma toplantılarına katılarak Maraş tarihiyle ilgili konuşma yapardı. Bunlardan tesbit edebildiğimiz üç tanesi 1925, 1936 ve 1945 tarihlerini taşımaktadır.[113]

1936’da Efsus civarında ve Ashab-ı Kehf’te incelemelerde bulunarak buradaki yapılarla ilgili olarak Kültür Bakanlığı’nın dikkatini çekti.[114] 1944’te Elbistan’dan ayrılarak ilçe haline gelen Efsus’a büyük Selçuklu komutanı Afşin’in adının verilmesini sağladı.[115]

Doğum yeri olan Elbistan’a hemen her yaz gider, özlem giderir, sıla-i rahim yapar, insanlarla sohbet eder, dertlerini dinler, yardımcı olmaya çalışır; aydınları başına toplayarak onlara bilgi ve kültür ziyafeti verirdi.[116] Yılın birkaç ayını burada geçiren merhum, bazan günü geçtiği halde dönmek istemez, üniversite yönetimi tarafından işinin başına dönmesi gerektiği ihtar edilirdi.[117]

Bu gelişlerinde, Elbistan ve çevresindeki, Kızlar kalesi, Arslantaş, Dikilitaş, Çoğulhan deresindeki Roma yolu, Büget karyesindeki sur, Hurman kalesi, Tanır’daki Ayrandede mevkii, Efsus, Emirli ve Çobanpınar’daki su yolları, Ashab-ı Kehf binası, Hunu, Ozanöyüğü, Burtu, Til, İçme gibi tarihî mekanları dolaşır; Elbistanlı şairlerin listesini çıkarırdı.[118]

Yzının devamı için: https://teketekhaber.com/mukrimin-halil-yin