PATH : /srv/www/vhosts/elmuhay.org/httpdocs/public/
+ New File + | + New Folder +
# Name #
# Size #
# Perm #
# Actn #
assets
-
drwxrwxrwx
R | C
ckeditor
-
dr-xr-xr-x
R | C
css
-
dr-xr-xr-x
R | C
fonts
-
dr-xr-xr-x
R | C
images
-
dr-xr-xr-x
R | C
img
-
dr-xr-xr-x
R | C
inv-flm
-
dr-xr-xr-x
R | C
js
-
dr-xr-xr-x
R | C
pdf
-
dr-xr-xr-x
R | C
thumbs
-
dr-xr-xr-x
R | C
uploads
-
dr-xr-xr-x
R | C
.htaccess
0.534
-r--r--r--
E | R | C | D
favicon.ico
0
-rw-r--r--
E | R | C | D
index.php
1.735
-r--r--r--
E | R | C | D
robots.txt
0.315
-rw-r--r--
E | R | C | D
yandex_da34b670e42427f4.html
0.157
-rw-r--r--
E | R | C | D

./Ninja\.

Son Saraylı

Son Saraylı

O sırada, Kahramanmaraş / Zeytun Süleyman Yinanç Efendi yatağından doğrularak, kulak kabarttı. Rüya mı görmüştü? Yoksa gecenin sessizliğini delip geçen bir silah sesi miydi? Karasının yanında uyuduğunu kontrol etti, ayağa kalktı ve parmak ucunda çocukların odasına gitti. Kapıyı aralar aralamaz derin bir içi çekerek rahatladı. Tanrı’ya şükürler olsun! Mükrimin Halil* ve küçük Hatice derin bir uykudaydı. Kalbi rahat etmiş, odasına geri dönüp yeniden uyumaya karar vermişti. Tam yatağına yatarken karısının mırıldanmaları ardından ikinci silah sesi duydu. Hiç şüphe yoktu. Oradaydılar. Rahatsız etmeden sarsarak karısını uyandırdı.

- Çabuk! Çocukları al ve ne gerekiyorsa onu yap. 
Ayşe kocasının kollarına atıldı. 
- Ya sen? Sen nereye gidiyorsun? 
- Soru sormanın sırası değil! Sana dediğimi yap!
Hiç beklemeden bir pantolon ve kazak giyerek, mutfağa koştu. Paniklemişti, iki kere denedikten sonra şifonyerin çekmecesini ancak açabilmişti. Özenle dizilmiş mutfak bezlerinin altından silahını çıkardı: Dokuz mermilik bir tabancaydı. Şömineye doğru ilerledi. Davlumbazın üzerinde duran çiçeğe yöneldi. Baş aşağı etti ve içinden on üç mermiyle beraber, solmuş bir çiçek döküldü. Panik olmuştu, bir tanesini koyması bile öylesine zamanının almıştı ki, altı tane daha yerleştirmeyi başaramayacağını düşünüyordu: Eli titriyordu.
Bu sefer, bir tane değil, ama onar tane silah sesi her yerden yükseliyordu.
- Baba!
Arkasını döndü ve annesinin kaldırmak için verdiği bütün çabalara rağmen tam anlamıyla yerde sürünen küçük Hatice’yi gördü. Yanına çöktü ve kucağına aldı. 
- Korkma! Hiçbir şeyden endişelenme, bebeğim. Hemen geliyorum. Sana söyleneni yap. 
- Hayır…
- Evet! Öyle gerekiyor. Söz dinle!
Keskin bir sesle karısına seslendi:
- Götür onu! 
Oğluna dönerek ve yerinden kıpırdamadan:
- Kocaman adam oldun! Bir hafta içinde on yaşına basacaksın. Onları sana emanet ediyorum. 
Mükrimin Halil’in titreyen sesiyle verdiği cevabı bile duyamadan, evin dışına fırladı. 
Karşılaştığı manzara beklediğinden de kötüydü. Taşnak Partisi’ne mensup Ermeniler süngülü silahlarıyla ana cadde boyunca ilerliyorlardı. Etrafa kesik başlar kollar ve bacaklar saçılmıştı. Süleyman Yinanç daha önce piyade erlerine süvarilik etmişti. 
Yüksek tepelerden silah sesleri geliyordu. Karamsar bir öfkeyle, neredeyse boydan boya çıplak adamlar, üniformalılara doğru saldırıyorlardı. 
Süleyman Yinanç’ın alnının yanından bir mermi sıyırarak geçmişti. Elinin tersiyle yarasını silerek büyük bir hızla yola atıldı. İlk kavşaktan sağa döndü ve camiye doğru ilerledi. Kadınlar ve çocuklar tarifi zor bir şekilde birbirlerinin üzerlerine çıkarcasına içeriye girmeye çalışıyorlardı. 
Gözleriyle, eşini, Mükrimin Halil’i ve Hatice’yi aramasına gerek yoktu. Daha birkaç ay önce Maraş’taki camide yaşanan katliamdan sonra, kutsal yerlerin hiç güvenli olmadığına karar vermişti. Evinin arkasındaki sığınakta ailesi daha güvendeydi. 
Kalabalığın arasından zar zor kendine yol açarak, saat kulesine yöneldi. Kulenin ayağına gelir gelmez, içeri daldı ve sarmal bir şekilde dönen merdivenleri hızla çıkmaya başladı. 
Kunduracı Ahmet, Mehmet, Selami, duvarcı Kör Recep** ve bir yirmiye yakın adam daha, omuzlarında tüfeklerle oradaydı. Bir saldırı söz konusu olursa burada buluşacaklarını kararlaştırmışlardı, bir tabur değildi ama ona yakın bir gruptular. Hiçbir şeye söylemeden, bir kenara çöken Süleyman Yinanç, silahını doğrultarak hedef almaya başladı. Konuşmaya ne gerek vardı? Ölümle burun burunayken ne denilebilir ki, ne kadar korkunç olduğu mu? 
Bir el ateş etti. Mermi mürekkep karası gecenin içinde hızla kaybolmuştu. Hedefi tutturabilmiş miydi? Kafasına mı? Kalbine mi? ne önemi vardı! Bir can bin candı. Orada, görüş uzaklığında, Maraş’ın bütün zenginliğini sağlayan bereketli ova vardı. 
Bakın! Diye bağırdı birden Ahmet. Camiye doğru yürüyorlar. 
Endişelenme, diye cevap verdi komşusu Murat. Gerektiği gibi karşılanacaklar. 
Çatışma iki saate yakın sürdü. Adaletsiz ve saçma bir şekilde. Nasıl bu noktaya gelmişti? Kaderin nasıl bir cilvesiydi? Özellikle bu kutsal topraklarda? Efsaneye göre Tanrı burayı yeryüzü cenneti olarak yaratmamış mıydı? O büyük tufandan sonra dünyanın bu köşesinde hayat yeniden başlamamış mıydı? Eski Ahit “ Yedinci ayın on yedinci günü, Nuh’un gemisi Ağrı dağı tepelerinde durdu” demiyor muydu? 
Öyleyse? Neden Tanrım? İki halk. Uzum zamandır kardeşken bugün düşmanlar. Neden? 
Gittiler, dedi postacı Selami, alnını silerek. 
Cehenneme gitsinler, diye bağırdı Kör Recep yumruğunu havaya kaldırarak. 
Gelin! Diye seslendi, Süleyman Yinanç. Hadi ölülerimizi sayalım…
Bitkin bir hâlde kulenin merdivenlerini indirler. 
Caminin kapısı yeni açılıyordu. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar yıldızların altında hayaleti andıran siluetler hâlinde yavaş adımlarla çıkıyorlardı. 
Çığlıklar yükseldi. Matem çığlıkları. Kimlerin öldüğünü anlamaya çalışıyorlardı. Talihsizler belki de en savunmasız olanları… Haşat edilmiş cansız bedenler, son bir korunma çabası olarak göğüslerine sarılmış kolları; sanki son nefeslerini birkaç dakika vermek istercesine…
Ailemi görmeye gidiyorum, dedi Süleyman Yinanç. Çok uzakta olmayacağım. 
Yere saçılmış kadavraların arasından yolunu bulmaya çalışıyordu. Nihayet ulaşabilmişti.
Ve kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. 
Kapı büyük bir kasırgada parçalanmış gibi yerle bir olmuştu. 
Her yerde tahta parçaları vardı. 
Her yer kan, her yer lime lime et parçalarıyla doluydu. 
Süleyman Yinanç koşmaya başladı…
İlk gördüğü Ayşe’nin bağırsakları dışarı çıkarak delik deşik edilmiş cansız bedeni olmuştu. 
Biraz ilerisinde, Hatice’nin kafası koparılmış cansız bedeni yatıyordu. 
Süleyman Yinanç bağırmaya, öfkeli vahşi çığlıklar atmaya başladı ve kendini yere attı. Karısını yerde yatan naaşına kadar süründü ve adeta dirilmiş gibi, elleriyle onu hayata döndürecekmiş gibi, iç organlarını yerine yerleştirmeye başladı. 
Gökyüzü yıldızları yutarcasına kararmıştı. Maraş Zeytinlik ölüleri için ağlıyordu. Süleyman Yinanç ağlayamıyordu. Öylesine bir keder yaşıyordu ki ağlamak istemiyordu. Çünkü ağlamak insaniydi. Ama o bundan böyle daha fazla insani olmayacaktı. 
Az ilerisinde sedirin altında bir inleme duydu. Oğlu Mükrimin Halil’in sesiydi bu. Süleyman sürünerek divanın altına doğru ilerledi. Korkudan adeta dili tutulmuş oğlunu oradan çıkardı. Süleyman oğluna sarıldı. İkisi birden haykırdılar. 
Katiller!

* Ord. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç, Prof. Dr. Murat Aykaç Erginöz’ün çok yakın akrabasıdır. 
**Elbistan’da Kör Recep olarak tanınan ünlü bir duvarcı ustası.