Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (Mülkiye Şeref Kitabı)

Haçin Kadısı Halil Efendi'nin oğludur. 1900 de Elbistan'da doğdu. Vefa İdadisi’nde lise öğretimini tamamladı. 1919’da İstanbul Darülfününu Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü; 7 Haziran 1921'de Mülkiye'yi ''iyi'' derece bitirdi. Mezuniyetini müteakıb sırasıyla:

Türk Tarih Encümeni Kütüphane Memurluğu’nda; Kabataş ve Galatasaray Liseleri Tarih Muallimliklerinde bulundu. 1928'de Edebiyat Fakültesi orta zamanlar Tarihi Doçentliğine getirildi. 1934'de Profesörlüğe; 1941' de Ortaçağ Tarihi Kürsüsü Ordinaryüs Profesörlüğüne terfi etti. Bu görevde iken 22 Aralık 1961 cuma günü üniversite de ders verdiği sırada aldığı heyecanlı, fakat yanlış olduğu anlaşılan bir haber üzerine geçirdiği krizden kurtulamayarak Hakkın rahmetine kavuştu. Hiç evlenmemişti; bekârdı. Arapça ve Farsçaya bihakkın vakıf olup iyi derecede Fransızca ve orta derecede de İngilizce, Almanca bilirdi. Vefatından altı yıl sonra Ord. Prof. Dr. Sayın Süheyl Ünver, hakkında şunları yazmıştır : <
Seneler geçti, arkadaşlığımız devam etti. 20 sene kadar da Türk Tarih Kurumu'nda arkadaşlık ettik. Temaslarımız ne sık idi, ne de seyrek. 1954'den 1957'ye kadar ''Tarihi Mezarlıkları İ'mar Komisyonu'' nda bulunduk. O’nu başkan seçmiştik. Arada bir Enstitümüze şeref verirdi. Ankara toplantılarında buluşurduk. Hemen her seferinde münasip düştükçe tarihi hakikatlerden ve neticelerinden bahsederdi. Ben bunlara Mükrimin incileri derdim. Söylediklerinin mutlaka yanlışsız olduğuna ciddi kanaatimiz vardı. Nihayet, bu irili ufaklı incilerini dizerek O'nun hatırasına, yine kendi sözlerinden, bir çelenk yapayım dedim. İşte buraya sıraladıklarım, muhakkak ki, zevkle okunacak, güvenerek kullanılabilecek seçme sözlerdir. Mesela: '' Tarihimizin en büyük kaybı, Rumeli'ni elden çıkarmamızdır '' sözünü yazılarıma münasebet düştükçe, O'nun bir incisi diyerek alırım.

Bu kısa izahların bence değeri fazladır. Gönlüm bunların defterimiz arasında kalmasına razı olmadı. Bir zamanın ''Mükrimin Hakikatı'' şimdi tahayyülümüzün malı oldu. Mükrimin'in bir defa okuduğu aklında kalırdı. Müthiş zekiydi. Fakat hafızasına çok yüklendi. Yaşı ilerledikçe bu yükü hafifleyemedi. Nitekim o merkezin yorgunluğundan öldü. En mühim notlarını defterlere geçirdi. Şimdi bunlar manevi oğluna geçmiş, kaderlerinin ne olacağını Allah'dan başka kimse bilemez. Mükrimin’in kaybı, doldurulması çok güç bir boşluk yarattı. Bir gün: Mükrimin Halil ölülerle mi, dirilerle mi meşgul? diye sormuşlar. O’nu tanıyan bir zat:'' Bazen ölülerle, bazen dirilerle...'' demiş.'' Peki, şimdi hangisi ile meşgul dersiniz ?'' ''Diriler için Ankara'ya gitti; avdetinde ölüler için [Tarihi Mezarları Onarım Komisyonu]'na gelecek...'' bu ufak fıkra O'nun pek hoşuna gitmişti. Fıkra dinlemeye, kendisi hakkındakileri nakle bayılırdı. Bu topladıklarım bir gün bazı neşriyatta bir memba gibi faydalanabilir mi? Bilmem. Gerçek şudur ki: Bütün ömrünü Tarihimize vermiş bir zat, konuşmalarında bunları söylemiş; O'nun karşısına çıkan bir Süheyl de bunların kaybolmasına razı olmayarak not etmiştir. Bu sayede Mükrimin'in kanaatlerini öğrenmiş oluyoruz. Ama O’nun gibi düşünmek mecburiyeti yoktur.
Şunu da itiraf edeyim ki, Yahya Kemal ve Mükrimin Halil 'in sohbetlerinden çıkınca, kendimde bir başka ruhi halet hisseder ve şunu düşünürdüm: Mükrimin Halil neyin ve kimin hocası? Evet, herkes bilirdi ki, İstanbul Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Ord. Profesörüdür. Ama Mükrimin daha ziyade dostlarının, öğretmenlerin hocasıydı. Zira onlar kendi düşünüş seviyelerine göre Mükrimin'den bir şeyler alır, aldıklarını anlamaya, anladıklarıyla bazı düşünüş farklarını düzeltmeye bakarlardı. Mükrimin Halil, daha ziyade sual soranların hocasıydı. O’nların hayrete şayan hafızasının yardımıyla mutlaka cevaplandırırdı. Bazen O'nu havadan sudan konuştururlardı. O zaman muhataplarının zavallılığını anlar; acı bir tebessüm dudaklarından eksik olmazdı. Fakat, dimağımı dinlendiriyor, diye buna tahammül ederdi. Dr. Akil Muhtar Hocamızın da dinlenmek için bazen en hafif mevzuları okuduğu olurdu. Mükrimin bir akademik insandı. O'ndan tarihi olaylar ve fıkralar değil, neticeler öğrenilirdi. Zira okuduklarıyla kalmamış, Tarih in içinde yaşamış ve sentezini yapmıştı. Tarihi bir olayı anlatırken, yaşadığımız zamandan konuşmaz, dinliyenleri anlatacağı çağa götürürdü. Vefatından bir kaç sene önceydi. Bir gün bana şunu sordu:

_Yahu ne oldu bu insanlara? Ufak bir sebepten parlayıveriyorlar. Hani ileri varsak kavga hazır. Herkes barut fıçısı gibi. Eskiden böyle değildi. Cevap vermeden ben de O 'na şu suali sordum:
_ Mükrimin, Patrona İsyanı'nın sebebi nedir?
_ Münakaşası uzun sürecek noktalar; tabi ekonomik sebepler de var...
_ İşte asrımızın da hali... Dünyanın ve Memleketimizin düzeninde ekonominin ne büyük yeri olduğunu biliyoruz; çeşitli düzensizlikler insanları asabi yapıyor... Böyle söyleyince rahmetli biraz sükûn buldu.
Mükrimin'in yalnız tarihi, değil, içtimai siyasi olaylarda ta'lim ve tedris mes’elelerinde çok esaslı bilgilere dayanan mühim ve üzerlerinde durmaya layık kanaatleri vardı. Bir gün bana şöyle dedi: ''Görüyorum ki, herkes vaktiyle tecrübe edilmiş, fena neticeler vermiş hususları bilerek veya bilmeden tekrarlayarak aynı hataları yapıyor. İnsanların yalnız akıllı olmaları kâfi değil, iz’anları da olmalı...'' 

MÜKRİMİN DEN SÖZLER
 Fatih 12 Hıristiyan devletini yıkmıştır.
 Eyüp Sultan'da Piyerloti (Gümüşsuyu) kahvesi civarında medfun bulunan '' Heşt-bihişt'' Müellifi İdris-i Bitlisi ''müsecca üslubu '' İran 'dan bize getirmiştir. 
 Evliya Çelebi Seyahatnamesi''nin birinci cildi büyük seyahatlerin hulasası gibidir. 
 Lepanto Bozgunun2ndan sonra donanmayı ihya eden Bahriye Baş Mimarı Mustafa Ağa ,6 ayda 150 kadırga yapmıştır.Kasımpaşa Turabi Baba 'da medfundur.
 Eyüb'te harab bir türbe de Abdülmecid Sivasi medfundur. Birinci Ahmed'e sunduğu Manzume çok mühimdir:'' Mansıba âdem mi, adem e mansıb mı gerek. Devletler din ile değil adl ile durur'' deniyor. Mütecellid bir adam. Bu eseri başlı başına bir abide olup Kadı zade lerin düşmanı idi.
 Padişahların, muhtelif yerleri ''Sana orayı bahşettim''diye muhtelif vezirlere vermesi, verilen yeri i’mar, demektir. Zengin Paşalar bu suretle değişik yerleri birer ma'mure haline getirmiştir. Mesela, Gedik Ahmed Paşa'ya Afyon verilmiş, Hersek de Hersek Ahmed Paşa'ya... Kanuni de Gebze Çoban Mustafa'ya vermiştir.
 Karakoyunlu Hükümdarı Sultan Cihanşah Ümerasından Yar Ali Bey, Sirkeci'de medfun. Şeyh Abdüllatif İnb-i Kılıçaslan son Alaiyye Beyi'nin oğludur. Bu zatı Gedik Ahmed Paşa İstanbul'a getirdi. Birara Mısır’a gecti; Akkoyunlu ve Karakoyunlu Ümerasından ve askerlerinden ölenler, hep Sirkeci tarafına defnedilmiştir.'' 

Aynı tarih ve dergide Sayın Yılmaz Öztuna da, yakından tanıdığı Rahmetli hakkında aşağıdaki intiba ve fikirlerini yazmıştır.
<<...İstanbul Üniversitesi Ortaçağ Tarihi Kürsüsü Ordinaryüs Profesörü Mükrimin Halil Yinanç, tarihçiliği kadar güzel konuşması, geniş bilgisi ve kuvvetli hafızası ile ünlüydü. Pek çok ahbabı vardı ve meclislere pek sık davet edilen gözde misafirlerdendi. Bilhassa Büyük Selçuklular Devri üzerinde gerçek bir mütehassıstı. Türk Tarih Kurumu'nun Kurucu Üyelerindendi. Türk Tarihi Encümeni'nin (eski Tarih-i Osmanî Encümeni) de üyesiydi.30 yıllık üye olduğu Tarih Kurumu'na basılmak üzere ne kitap, ne de makale vermiştir. Çok zor yazan, fakata bıkmadan okuyan ve konuşan bir zattı.
Mükrimin Halil merhum, daima ''Üstad'' diye anılırdı. Kendisini 1944–45 kışında tanıdım.14–15 yaşlarında ve Ortaokulun son sınıfındaydım. Yeni Kolej2de arkadaşlarımdan Erkut Sirel (şimdi doktor) ,bir gece babasının Salıpazarı'ndaki evine yemeğe davet etti ve müjdeyi de verdi: Bu gece ''Reis '' de var.'' Reis '' bir kısım gençlerin ağzında Üstad'a verilen unvandı. Erkut’un babası merhum Nijad Sirel, ünlü bir heykeltraş ve güzel sanatlar akademisi müdürü idi. Beni severdi. Üstad Mükrimin’e, Tarih’e son derece meraklı bir delikanlı olarak takdim edildim. O sıralarda Yurd Dergisi'nde Barbaros'un hayatına dair bir edüt denemem yayınlanıyordu. Hocam Emin Oktay da, '' Tarih 'den Sesler '' de ''Sokullu'' adlı uzun makalemi neşretmişti. Ben bu iki yazıyla artık kendimi Tarihci'ler kafilesine dâhil farz ediyor ve Mükrimin Üstad’la, meslekdaşım gibi konuşuyordum. O, beni bozmak şöyle dursun, teşvik ediyor, kitap tanıma hassamı takdir ediyor veya öyle görünüyordu.

1946’da ilk kitabım ,’’ 1402 Ankara Muharebesi’’ yayınlandığı zaman, lisenin ilk sınıfına geçmiştim.2000 basılan bu kitabımın 500 tanesini Maarif Vekâleti satın aldı.500 tanesi zorlukla satıldı. Gerisi elde kaldı. Ancak ben, müellif olduğumu sanarak, artık iyice samimiyet kurduğum Üstad’la münakaşalarımdaki sert üslubumu arttırdıkça arttırıyordum. Daima hoş görürlükle davranıyordu. 

‘’Reis ‘’ ve daha ciddi meclislerde ‘’Üstad’’ dediğim Mükrimin Hoca, sık sık içkili davetlerimi kabul ediyor, birkaç arkadaşını da getiriyordu. Kıyafeti, bulunduğumuz yerlerde ilgi çekiyordu. Bilmem o kıyafete ‘’ Şapşal’’ desem Merhum’un aziz ruhu muazzeb olur mu? Hiç sanmıyorum. Çünkü öyle olduğunu biliyordu. Giydiği şapkanın, şapka inkılâbında alındığı belki doğru, belki mübalağalı olarak iddia ediliyordu. Bastonu elinden eksik olmazdı. İki kadehden sonra gözleri süzülür, kendinden geçer; Sultani- Yegah’dan çalan sazın Neva makamını icra ettiğini iddia eder, hoş hikâyeler anlatırdı. Nadiren Aksaray’daki küçük apartmanına gider, pek itina ettiği kütüphanesini incelerdim. Yalnız ihtisası olan konularda İslam ve Selçuklu Tarihi ile Osmanlı Tarihi’nin İstanbul’un Fethi’nden önceki safhaları üzerine kitap toplardı. Bir kitabın beş, on sayfası ihtisası ile ilgiliyse o sayfaları koparır, birçok değerli kitabı bu şekilde tahrib ederdi. Bazı yazmalar ve yazma kopyaları da vardı. Kahveden başka bir şey ikram ettiği asla görülmemişti. Zaten haytı davetler de geçer, davet edilmediği gecelerde Beyazıd sonraları Laleli kahvelerine gider; çevresinde biriken her yaş ve sınıftan insanla rahatça konuşurdu. Zaten Mükrimin demek; konuşan okuyan ve istinsah eden adam demekti.
Eski yazmaları, büyük itina ve hüsn-i hatla kopya ederdi. Bilmem hangi Arabca Tarihi veya Farsça Divanı onbeş ve yirmi beşinci defa okumaya başladığından bahsederdi. Şüphesiz mübalağa da etmez, doğru söylerdi. Arabca, Farsca ve Türkçe’si kuvvetliydi. Fransızca’yı da okuyup anlardı. Hafızası tam manasıyla fevkaladeydi. İslam ve Selçuk’lu ve hatta Osmanlı Tarihi’nin hurda teferruatını, Yahya Kemal’in Osmanlı ve Fransız Tarihlerini bildiği gibi, hayret edilecek bir genişlikde bilirdi. Ancak bu bilgi maalesef Yahya Kemal’de olduğu gibi metodsuzdu; tenkid fikrinden mahrumdu. Büyük bir sohbet adamıydı. Konuşmaktan bıkmaz ve bıktırmazdı. Fikirlerini sert ifade etmekten ve zülf-i yara dokunmaktan çekinmezdi. İlmiyle mütenasıb bir eser bırakmadı. Zaten tek küçük kitabı vardır. Güya, Türkiye Tarihi’ni yazacaktı. Selçuklu Devri’ni bile kaleme alamadı. Anadolu’nun fethini yazıp bıraktı. Metod’da modern ve ileri değildi. Bir de Enveri’nin Düstur-Name’sini yayınlayıp değerli bir medhal yazmıştı. Çok fazla olmamakla beraber, makale şeklindeki kıymetli etüdleri de vardır. Ancak bu bir avuç te’lif, ne Mükrimin Hoca’nın ilmiyle, ne kürsisi, ne de 40 yıllık tarihçiliğiyle asla mütenasıb değildi. Hiçbir büyük eser yazmadan, yazmaya teşebbüs bile etmeden aramızdan ayrıldı.

Dostluk gördüklerine karşı vefalı değildi; kıskanç tarafları vardı. Aldırmaz görünmesine rağmen eser vermemesindeki büyük zaafını pekiyi bildiğini sezdirecek emareler eksik değildir. Pek yakın bir tarihçi dostunun eserini Edebiyat Fakültesi’nde, te’lif ücretini gerçek müellife bırakmak şartı ile kendi imzasıyla yayınlamak teklifini yapmıştır. Kendisinden kıdemsiz tarihçileri, laf sınırı dışında ciddi şekilde teşvik edecek hiçbir yardımda bulunmazdı. Öğrencisi ve dostu olan bir tarihçi:’’ İnsanlıkla alakası yok ‘’ şeklinde tavsif etmiştir. Başka bir dostu:’’ Övülecek tarafları vardı, sövülecek tarafları daha çoktu’’ demiştir. Hayatında kendisini şiddetle tenkit eden bir tarih profesörü, ölümden sonra Mükrimin Hoca’yı göklere çıkaran bir makale yazmıştır.

Kıskanç taraftarı çoktu. Çirkin olduğu fikriyle bir türlü evlenememiş, bekâr ölmüştü. Evlileri kıskanırdı. Bir tarih profesörü, tam 40 yaşında evlenince, kıskançlık krizi geçirmiş; bu yaşda evliliğin hayırlı olmayacağını bile ileri sürmüştü. Hâlbuki bu izdivaç 15 yıla yakın bir zamandan beri devam etmektedir. Ölümden sonra, benim karakterimi zemmetdiğini Prof. Zeki Velidi Togan bana söylediği zaman, ben de hayret etmiştim. Bu herhalde bazı komplekslerin eseriydi. Bir dostunun bu kendisine haber verdiği İbtihac’üt – Tevarih’in kendi keşfi olduğunu yazmaktan çekinmedi. Karakter zaafları eksik değildi. Yakınlaşınca tevazu perdesi altındaki guru ve bencillik kendisini gösteriyordu. Son yıllarda meşhur hafızası da zayıflamıştı.

Mükrimin Hoca’nın kıymetli kütüphanesi ne yazık ki, ölümünden sonra dağıldı. Bunu vakfetmemesi ve muhafaza şartların ı sağlayamaması, ölümü düşünmediğini gösterir. Yakın hiçbir akrabası yoktu. Bütün akrabalarını Ermeniler kesmişti. Doğduğu Elbistan’daki lise bugün ‘’Mükrimin Halil Lisesi’’ adını taşımaktadır. Bu büyük Selçuklu Tarihi Mütehassısı Tarih Bilgini buna layıktır. Yukarıda Üstad’ın bazı menfi taraflarına da temas ettiysem, bu hatırasına karşı saygısızlık sayılmamalıdır. Çünkü biyografi yazmak ve hatıra nakletmek, övgü veya yergi değildir. Her cebhenin ele alınması lazımdır. Merhum Ahmed Hamdi Tanpınar, ölümünden sonra İbn’ül – Emin Mahmud Kemal İnal’ın karakter tahlilini ne şahane yapmıştır…>>
Sayın Öztuna’nın bu yazısına Sayın M.Kaya Bilgegil de aşağıdaki yazı ile cevap vermiştir…

<<…Eski Yüksek Öğretmen Okulu’nun Tarih Bölümü mezunlarından Dr. Abdürrahman Çaycı, bana bir dergi getirdi. Burada merhum Mükrimin Halil Bey’le ilgili iki yazı bulunduğunu bildirip bunlardan birincisini okumamı istedi. Derginin adı: Tarih Mecmuası. Yazının başlığı :’’Üstad Mükrimin Halil ‘’ yazan: Yılmaz Öztuna; Merhum Mükrimin Halil Bey, yarı şaka yarı ciddiyet edası taşıyan konuşmalarında insanları ‘’nizam-ı alemci’ler, şişler, esafil-i şark’’ diye sınıflandırırdı: Yılmaz Öztuna Bey de, nizam-ı alemci’lerden olmalı. Bana öyle geliyor ki bu genç, Zeki Velidi Bey’i memnun etmek için Mükrimin Bey’i yermek istemiş: ‘’Efendi, ne yapıyorsun ?’’ derler diye de hakkını tamamen ketmedememiş. Benim işi zeki velidi bey’e bağlamak isteyişim kalbi sayılabilir. Çünkü yazıdan öğreniyoruz ki, Mükrimin Halil Bey öldükten sonra, Zeki Velidi Togan, Yılmaz Öztuna’ya merhumûn yazı sahibinin karakter bakımından zayıf bulunduğunu söylendiğini bildirmiştir. Muharrir de merhumu yermede ileri gittiğinin farkına varmış olacak ki, yazının sonunda biyografinin icabı olan tarafsızlığa riayet ettiğini, bildirmek lüzumunu duyuyor. Yılmaz Öztuna Bey, Yeni Kolej’in birinci sınıfında kazanmış olacağından şüphemiz bulunmayan edebiyyât bilgilerini yoklasa, yazısının biyografi için gereken bütün şartları taşımadığının, olsa olsa, bir müsâhabe, mutlaka ciddi kisve vermek istiyorsa, tezyif unsurlarının seçilmesinden meydana gelmiş bir hâtırât parçası sayılması gerekeceğinin farkına varacaktır. 

Mükrimin Bey’in mezardan kalkması ve konuşması mümkün olsa, vereceği cevap: “Uzkürû mevtâküm b’il-hayr” olacakdır. 

Yazı, Mükrimin Halil Bey’in ilmi hüviyetini belirten ilk paragraf dan sonra, iki paragraf süren bir “fahriye” hâlini alıyor. Muharrir, 1944’le 1946 yılı arasındaki neşriyatını, bunlardan ba’zılarının satılış şekline ait teferruatı da ihmal etmeksizin söz konusu ederek, geçirdiği ilmî tekâmülü anlatmak istemektedir: “Henüz lisenin birinci sınıfında öğrencidir.” Bu yıllarda Mükrimin Halil Bey’le münakaşalarındaki “sert üslubu arttırdıkça” arttıracak dereceye yükseltmiştir. Zahirde, çocukluğunun cür’etkarlığı olarak göstermek istediği, zımni olarak büyük bir temüddühü taşıyan bu satırlardan anlıyoruz ki Yılmaz Öztuna Bey, daha ilk gençlik yıllarında, kendisi ile münakaşa edecek kadar Mükrimin Hoca gibi Orta Çağ Şark Tarihi Ordinaryüs Profesörü olan bir allame ile dostluk kurmuştur. İfade’de bir za’f-ı te’lif yoktur. Söz konusu dostluğa da. Heykeltıraş Nijad Sirel’in oğlu vesile olmuştur. 

Mükrimin Bey’in ilminden gelen kemâlin verdiği tevâzu ile, hatta biraz da yetişmesi için bir teşvik sayarak sabırla Öztuna’yı dinlemesi, Sayın Öztuna’ya, kendi seviyesinde bir arkadaşlardan bahseder gibi, Merhum’dan bahsetmek cür’etini vermemeliydi. 

İş, bununla kalmıyor; söz, tehzil vâdisine dökülüyor. Merhum’un şapkasından bastonuna kadar bütün kıyafet unsurlarının karikatürü çiziliyor. Öztuna’nın dediği gibi olması eya benim iddiama uygun bulunması ilme ne kazandırır. Bilmiyorum ya, Mükrimin Bey’in “Kayfeti”, “hicabaver” değildi. Ancak, Merhum, birçok büyük âlimler gibi giyim kuşama ehemmiyet vermez, şekil üzerinde durmazdı. Mükrimin Hoca’dan gençler, “Reis” diye bahsederlermiş; Muharrir’den o’nu da öğreniyoruz; Muharrir içini ferahlatmamış olacak ki bu sözün ardında da Hoca için “şapşal” sıfatını yapıştırmaktan kendini alamıyor. “Şapşal” da galiba bilmediğimiz bir Tarih terimi. Edebiyat’ta “âdab-ı kelâm” diye bir bahis vardır. Öztuna Bey, Yeni Koley’de öğrenci buluğdu yıllarda, beni İzmit Lisesi’nde okuyanlara bu hasi öğrettiğime göre, orada da Türkiye Tarihi Müellifine öğreten olmuştur. “Efendi” yi buna riayete da’vet edelim. 

Sayın Öztuna’nın Mükrimin Halil Bey üzerinde dikkati çekmek istediği bir husus da, Hoca’nın “pinti” liğidir. Ayıpdır; bunlar yazılmaz!.. Bunları yazmak, ne sizi bulunduğunuz seviyeden bir karış yükseltebilir, ne de Mükrimin Hoca’nın arkada bıraktığı hayranlık halesini soldurabilir. Şapkası, şapka inkılâbında alınmış; kahveden başka bir şey ikram etmezmiş; da’vetleri kabul edermiş. Rahmetli’nin Evi, alaturka bir evdi; içinde viskiye kadar tenevvü gösteren içkilerin bulunduğu büfesi yokdu. Büyük bir kütüphanesi vardı. Kendisini burada ziyaret edenlere, bekar olduğu için alt katta oturanlara pişirtmek suretiyle kahve, çay ikram ederdi. Ayrıca Maraş’a Anteb’e has samsalar, tatlı sucuklar, fıstıklar ikram ederdi. Küllük’de Beyazıd Kütüphanesi karşısında ağacın altındaki kahvede kış geceleri Dar’üt-ta’lim’de, Şehzadebaşı’nda Ferah Tiyatrosu’nun (şimdi sinema) karşısına düşen kahvehanelerde, daha sonra Bulvar Kıraathanesinde, son yıllarda devama başladığı Aksaray Kahvehanelerinde çaydan, kahveden başka bir şey bulunmazdı ki ikram edebilsin. Müsrif değildi; fakat yerine göre ikram etmesini de bilirdi. Bayezid’den Aksaray’a giden büyük caddeden Marmara Sineması’na amud, takriben 40–50 metrelik bir yol imtidâd ederdi. Bu yolun nihayetinde, cephe sinema olmak üzere köşede, ağaç aksâmı maviye boyanmış bir kebapçı dükkânı vardı. Beni birkaç defa buraya götürdü. İçki kebap ikram etti. Hatta çiğ köfteyi önce bu sofrada tattım. Merhum, o akşam “Çiğ” etin mualecat (= İLAÇ)’taki ehemmiyetini anlatmıştı. Şimdi otobüslerin, dolmuş otomobillerinin durak, daha doğrusu uğrak yeri olmuştur. Çarşıkapısı’nda caddeye bakan dükkânlar sıralanırdı; bunlardan biri “Kebap Evi” idi. Hoca orada da kendisiyle yalnızlığı paylaşan insanlara içki içirir, kebap yedirirdi. Gedik-Paşa’da Garbis’in Meyhanesi, iç teşkilâtı itibariyle eski manasını kaybetmiş olmakla beraber, hala işliyor. Mükrimin Bey’in alaturka mezeleriyle, balığıyla rakı ikram ettiği yerlerden biri de, orasıydı. Bir defa merhum Tevfik Celis’le Degüstasyon’a gidiyordu. Yolda karşılaştı; nbeni de sofrasına davet etti: galiba hocanın huzurunda ilk defa içiyordum. Filvakı’ o tarihte bir mektepte hocaydım. Fakat merhumun karşısında içki içmekten utandım. Kendisi gibi sahi olmayışından dolayı, heyhat o da merhum, sevgili Rıfkı Melül: 
Bu yıl Mükrimin kahve ısmarladı.

Diye bir mısra düşürmüştü. Demin ebced hesabına döktüm. Tarih olmuyor. Hâlbuki Rıfkı Hoca ile bana birkaç defa Sirkeci’den Bâb-ı Âli’ye çıkacak yol üzerindeki İstanbul Lokantası2nda ziyafet vermişti. Ben, kaç kız talebesini bilirim ki kocalarıyla, çocuklarıyla, Hoca tarafından lokantaya davet edilmişlerdir. (Bunların isimlerini vermeyeceğim) Ankara’ya geldikçe Hüseyin Avni Göktürk Bey’in Kediseven Sokağı’nda bulunan otelinden Gazi Terbiye Enstitüsü’ne telefon eder, beni yemeğe çağırır, bilmem niçin Rıfkı Melül’ün “Kırk Haramiler Lokantası” adını verdiği Cihan Palas’ın altındaki lokantada ikramda bulunurdu. Hep ölüleri şahit göstermiyorum. Ekrem Üçyiğit hayattadır: Bir defa da Ekrem Üç yiğitle beni, Marmara Sineması civarındaki kebapçıya davet etti. Ne Ekrem Milli Eğitim Bakanlığı’nda müfettiştir diye ne de ben bir yüksek mektepte hocayım diye, kendimizi Mükrimin Hoca’nın arkadaşı sayabilcek bir tavır takındık.
Sayın Öztuna ayıp ediyor; Hoca: “ sık sık kendisinin içkili davetlerini” kabul edermiş. Bize ne oldu? Biz öyle bir millet değildik. Yedirdiğimizin içirdiğimizin lafını etmezdik. Hele bir ölünün ardından asla!... bu başa kakmadan da beter… Türkiye Tarihi yazan “Sayın Bay” (1), Türkiye Türkleri’nin bu inceliğini bilmez mi? Hocaya ikramda bulunanlardan bazıları da O’un kabulünü bir tevazu sayıyorlar; onlar için bu kabuller, iftiharla anacakları hatıralardır.

Mükrimin Halil Bey sık sık davetlere gidermiş. Doğru giderdi. O’nu bilhassa Tıp Fakültesi hocaları sofralarından ayırmazlardı. Fakat Merhum’un bu davetlere icabet göstermesi, yemek veya içki ihtiyacını falan veya filan zâtın sofrasında gidermek arzusundan değil, anlatacağı şeyleri dinleyecek seviyeli insan bulmak ihtiyacından ileri gelirdi. Ölümü üzerine kadirşinas hekimlerimizden birinin (Yanlış hatırlamıyorsam, Kazım İsmail Gürkan’ın) yazdığı gibi: o kitapları değil, kütüphaneleri okumuştu. Okuduğu ölçüde konuşmayı da severdi. Bekârdı. Evinde kimsesi yoktu. Davetlerde bulunmadığı akşamlarda kahvehanelerde her sınıftan insanlara tarihle ilgili bahisler açması da onun bu bitmez, tükenmez anlatmak ihtiyacından gelirdi.
Bir ölünün hatırasına saygısızlık devam ediyor. İki kadehten sonra gözleri süzülür, kendisinden geçermiş. İçkiden sonra kimseye saygısızlık mı edermiş? Meclisin ahengini mi bozarmış? Hayır. Sayın Öztuna’nın anlattığı şey, bünyenin mukavemeti ile ilgilidir. Kendileri o yaşa gelsinler bakalım, kaç kadehe tahammül edebilecekler?

Mükrimin Bey’in geçirdiği hayat şartlarını, bunu zaman zaman şuur sahasına çıkan tesirlerini de hesaba katmak lazım. Bir insanın içki meclisindeki halini yazıya dökmek abestir. Hoca’nın bu mecliste kendini gösteren başka bir kusurunu da öğreniyoruz: “Sultani Yegâh’tan çalan bir sazın neva makamını icra ettiğini” iddia edermiş. Eski tarihçilerden yalınız İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu Bey’in ilk gençlik yıllarında Eyüp’te musiki “taallüm” etiğini biliyorum. Mükrimin Halil Bey’in güzel sanatların hiçbir şubesi ile iştigali yoktu. Esasen buna müsait değildi. Burada “hatt”ı istisna etmek lazımdır; Merhum’un yazısı son derece güzeldi. Musikiye gelince, bir defa bu konuya girdiğini hatırlıyorum. O da yine işin tarihi ile ilgili bir zemindeydi. Dar’üt-Ta’lim’de merhum Mahmud Ragıb Gazi Mihal’İn Abdülkaadir Meragi’ye dair açtığı bir suali tamik ederek cevaplamıştı. Mahmud Ragıb hayran hayran dinledi. Eski valilerden Fazlı Güleç: (Bu zat bir bakıma Süleyman Nazif gibi bir vali idi) “Mükrimin Hoca, Yahya Kemal gibi sözü mecliste kimseye vermek istemezdi. Kendisinden Namık Kemal’in Rodos’taki icraatına dair çok şeyler öğrendim.” demiştir. İsmet İnönü’nün yeğenlerinden Saim Temelli, hatla uğraşan Amasyalı Osman Bey ( bu zatla hala Beyazıt’ta karşılaşırım, hayattadır) de sohbet dairesine dâhildi. Musiki Tarihi ile ilgili bahiste böylesine geniş bilgisi karşısında hayretimi izhardan kendimi alamadım. Merhum, vaktiyle Rauf Yekta Bey’in de aynı hayreti izhar etmiş olduğunu bildirmişti. Fakat hocanın doğrudan doğruya musiki ile alakası yoktu. Sayın Öztuna, Sultani Yegâh ile nevanın karıştırılmasını af buyursun:

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin,
Büyüklerden kusur, küçüklerden af gerekiyor.

Türkiye Tarihi Müellifi’nden, Hoca’nın başka bir hususiyetini öğreniyoruz: Dostluk gördüklerine karşı vefalı değilmiş. Bilakis dostluğundaki fazla vefakârlığı onun ölümünü tacil etti. Bir gün: “Reşat öldü, Kaya” dedi. Merhum Reşat Şemsettin Sirer Bey’den bahsediyordu. Bu, onun için büyük bir sarsıntı olmuştu. Bir daha toparlanamadı. Yıldan yıla düştü. Büyük hadiseler de, malum akıbeti hazırladı. (İsterlerse hocama zaafımın derecesini bildiği için olsun). Ali Nihat Bey’in haksızlığa uğradığı son yıllarda, onun gıyabında devamlı surette üzüntü izhar ederdi. Büyük tarih aliminin ölümünü takip eden günlerde, Ankara’daki büyük tiyatronun holünde, karşılaştığım Ziya Hilmi Ülken Bey, bu ebedi gaybubetin verdiği ebedi yalnızlığı derinden duyarak: “Ben bu yaştan sonra yeniden dost kazanabilir miyim? İşte Mükrimin de gitti” demişti. Bu sözü ancak vefa ile karşılanmış bir dostluk söyletebilir. 

Sayın Öztuna, tehzilini, Mükrimin Bey’in beden yapısına kadar götürüyor. Hoca, “çirkin olduğu fikri ile bir türlü evlenememiş, bekar ölmüş”. Bu “Küçük Bey”, ayıp denen şeyi bir türlü öğrenememiş. Bunları nasıl yazabiliyor, akıl yetmez. Oradan da ahlaki bir zaafa geçiyor: Bu yüzden evlenenleri kıskanırmış; filvaki bir defa çoluğundan çocuğundan şikâyet eden, adını burada zikretmeyi istemediğim bir zata aynı zamanda Hafız-ı Kuran olan Mükrimin Bey: "Ya eyyüha ellezine amenu inne min ezvacikum ve evladikum adüvven leküm f'ahzeruhüm" ayetini okumuştu. Fakat bununla "onlardan fazla bir şey beklememesi gerektiğini söylemek istiyordu. Benim bildiğim bekârları daima evlenmeye teşvik ederdi. Benim için bu bir defa teşviki fiil hainle gelmişti. Bahis mevzu olan hanım da sağ; hadisenin içinde başladığı Ayasofya kütüphanesinin o zamanki müdürü Haydar Diriöz Bey de sağ. Galiba sonradan bu işin Nihat Sami (Banarlı) Bey de farkına varmıştı. Taksim abidesi civarında Mükrimin Halil Bey’e rastlamıştım; yanında Nihat Sami bey de vardı. Mükrimin Bey, bana bu konu ile ilgili bir şeyler söyledi.

Yılmaz Öztuna’ya göre, Mükrimin Halil Bey’in kıskançlığı yalnız evlenen erkeklere karşı değilmiş; O, eser veren insanları da kıskanırmış. Türkiye tarihi müellifi, Yeni Kolejde hocası olacağını tahmin ettiğim Fikret Ateş hanıma sorsun; Mükrimin Hoca merhum Ahmet Ateş Bey’in (heyhat genç yaşına rağmen onun isminin evveline de “merhum” sözünü getirmek mukaddermiş) profesörlüğe geçmesi için nasıl uğraşmıştır? Zannederim Zeki Velidi Bey’in merhuma karşı içindeki itibarını, biraz da bu hadise kuvvetlendirdi. Mükrimin Halil’in, Orhan Şaik Bey ile Nihat Sami Bey’in üniversiteye alınmaları için nasıl uğraştığını ben bilirim. Adnan Erzi’nin başlangıç safhalarında, Hoca’nın onunla nasıl meşgul olduğunu, Nihat Sami Bey’den Tahsin Yazıcı Bey’e kadar bilenler vardır. Filvaki Adnan kendisini yetiştirmiştir. Fakat Hoca onun üstüne kol kanattı. Hatta bir aralık kütüphanesini, Adnan’a bırakacağını işitmiştik. Benim bildiğim Mükrimin Bey herkesin hayırhahı idi. 
Yılmaz Öztuna, hoca aleyhindeki satırlarını, ona “intihal” teşebbüsü isnat edecek kadar ileri götürüyor. Güya pek yakın bir tarihçi dostu bir kitap hazırlamış ta, Ordinaryüs Profesör Mükrimin Ali Yinanç o eseri “telif ücretini gerçek müellifine bırakmak şartı ile” kendi imzası ile “Edebiyat Fakültesi’nde” yayınlamak istermiş. Bu sözde bir yanlış taraf olacağı muhakkak; Edebiyat Fakültesi; bastırdığı eserlere telif ücreti vermez ki Mükrimin Bey bu parayı meçhulümüz olan eserin gerçek müellifine teklif edebilirsin. Belki Hoca, söz konusu esere zeyl ve haşiyeler yazarak müşterek imza ile neşretmeyi teklif etmiş olabilir. 

Yılmaz Öztuna’nın bu yazısı, Türkiye Tarihi adlı kitabındaki tertip insicamından da mahrum. Filvaki dil hataları, kıyasa muhalefet, zincirleme isim tamlaması, mütenafir harflerden meydana gelen sözler “za’f-ı te’lif, ta’kid, garabet” gibi fesahatle bağdaşmayacak yönlerden uzak. Bir yazının yalnız fasih olması, hatasız bir tahrir vazifesi sayılmasını sağlayabilir. Lise mezuniyeti için dahi şart koşulan kompozisyon seviyesine yükselebilmesi için, belagatı da taşıması lazımdır. Bir ibarenin belagatı ise: Fasih olmak şartıyla halin muktezasına uygunluğu ile tahakkuk eder. Burada “mukteza-yı hale uygunluk, tertipten mahrumiyetle bozulmuş. Yalnız Öztuna Bey’in uzun müddet Paris’te bulunduğunu işitmiştim. Fransızların “ordre” dedikleri bu tertip işine verdikleri ehemmiyet, yazı sahibinin meçhulü olmamalı. Bu hataları birer birer göstermek, ayrı bir makale konusu teşkil edecektir. İstenirse, onu da yazarız. Şimdilik niyetimiz, Mükrimin Halil Bey’i bir de kendi hatıralarımız içinde tanımaktır. 

Yılmaz Öztuna Bey’i tanımam, fakat Nihal Atsız Bey’in nasıl feragat sahibi bir insan olduğunu çok iyi bilirim. Merhum Mükrimin Halil Bey de kendisini çok severdi. İçimde öyle bir his var ki, sayısız feragatkarlıklarını bildiğim muhterem insan, Yılmaz Öztuna Bey’in böyle bir yazı neşredeceğinden haberdar. Bu, bir kanaat değil, bir “hads” bir iç haberdir. Hatta öyle sanıyorum ki, Nihal Bey isteseydi, söz konusu yayının neşrini de önleyebilirdi. Şayet bu zannım doğruysa benim kırılmamın ehemmiyeti olmasa dagönlüm kendisini, bir yazıyla “feragatlık” numunesi olarak tanıtmayı çok istediğim Nihal Bey’e kırgındır. Yılmaz Öztuna Bey, ancak affedilmeye mahkum sayılabilir.

Rahmetli hakkında yukarıda yazılanları yeterli görmediğim için, kendisinin Mülkiye sıralarından vefatına kadar kırk üç yıllık kesintisiz olarak arkadaşı ve meslektaşı bulunan ve bilhassa biyagrafya yazımında “tarafsızlık”ı ile tanınmış olan sayın Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’den bu hususta bir yazı yazması ricasında bulundum. Kıymetli profesör ricamı memnuniyetle karşıladı; öğretim üyeliği göreviyle fikri çalışmasının çok yüklü olmasına rağmen aşağıdaki yazıyı yazdı. Ümit ederim ki böylelikle Mükrimin Halil Yinanç’ın kişiliği ve özellikleri tam olarak tarihimize intikal etmiş olacaktır.

MÜKRİMİN HALİL YİNANÇ

Ölümünün yedinci yılı içinde eski dostum Mükrimin Halil Yinanç’ı hüzünle anıyorum. Bize neler verebilirdi? Ne bırakırdı? Bu soru işateri, herkesi düşünen ve değerli tarihçimiz için çelişik hükümler vermeye götüren bir “Sphinx” bilmecesi gibi duruyordu. Mükrimin Halil, manevi oğluna zengin bir tarih malzemesi, başlanmış ve bitirilmemiş eserler ve henüz fotokopi metodu kullanılmadığı devirlerde büyük bir titizlikle yazılmış bir çok nadir, hatta “tek nüsha kopyaları” bıraktı. Paris’te tarih doktorası yapan bu genci yakından tanıdım. Hakiki oğlu denecek kadar rahmetliyi hatırlatan Re’fet Yinanç, babasının ilim mirasını değerlendirmeye azmetmiş bir evlat. Buna çok sevindim ve bu soru işaretinin doğurduğu sıkıntı büyük bir nispette çözüldü.
Mükrimin Halil 1919–1920 yıllarında Ayasofya, Nur-i Osmaniye, Ali Emiri (Millet), Üçüncü Ahmed, Süleymaniye kütüphanelerinde Selçuk ve Anadolu Beylikleri’ne dair nadir nüshaları incelemek ve kopya etmek gibi çok zahmetli ve büyük bir işe girişmişti. Bu hazırlığa başladığı zaman Dünya Savaşı sırasında Darülfünun’a gelen Lehman Haupt ve Mortmann gibi Alman tarihçilerden “tarih metodu” hakkında sağlam fikir edinmişti. Aslında bir Kadı oğlu olan tarihçi, küçük yaşta hafızlıkla başlayan hafıza egzersizi yardımıyla daha ilkokulda kendisini İslam Tarihi’ne vermiş bulunuyordu. Bu sırada hadis metotlarındaki titizlikten faydalandığını ve uzun bir süre bulanık ve “Subjektif Tarih” görüşüne kapılanların “skolastik” sandıkları sarih bir şecere ve takvim bilgisinin bu temeli sağlamlaştırdığını da bunlara katmalıdır. Bir devir hakkında detaylı bilgi verirken, bütünü asla kaybetmezdi. Görüş açısında İslam Tarihi’nin fazla geniş ufkundan Anadolu, hatta Selçuk Tarihi’ne doğru çevirdiği zaman asıl ihtisas alanını yaratmaya başlamıştı. Vakıf kütüphanelerindeki hareketli çalışmaları ömrünün sonuna kadar sürdü. Fakat bu ilk yıllarda Yıldızdaki Mülkiye’den Ayasofya’ya ortalık ağarmadan gelir; karanlık basıncaya kadar çalışırdı. Memur efendi, kütüphane açılmadan kapıda beklediğinden yana yakıla bahsederken: “Böyle bir araştırıcıya bir daha kolay kolay rastlamazsınız” dedim.1926’da O’nun çalışma şöhretini duyup Paris’e göndermeyi düşünen Rıdvan Nafiz (Maarif Teftiş Hey’eti Başkanı) kendisini tanımak için İstanbul’a gitmişti. Ankara’ya dönüşünde bana: “Onu Beyazıt Kütüphanesi’nde buldum. Tarif ettiğinden de kuvvetli. Nereden açsan büyük bir vukufla konuşuyordu” demişti. Mükrimin Halil 1929’a kadar Bibliothéque Nationale’de çalıştı. İhtisas alanındaki bilgisi her bakımdan derinleşmişti. Anadolu Tarihi’ni tetkik için Arap ve Fars kaynaklarının yetmediğini anlamış; Haçlı Seferleri’ne dair Batı kaynaklarını, Suriye Seferleri’ne dair Michel le Syrien gibi kaynakları incelemişti. Fakat Anadolu Tarihi’nde Ermeni Gürcü kaynaklarının da incelenmesi lazım geldiği için bu konuda nadir eserleri toplamaya koyuldu. Başka dile çevrilmemiş Ermeni kaynaklarından bir kısmını bir Ermeni bilgine tercüme ettirdi. İhtisas sahasını tam bir muhasara planı ile dört yandan çevirmiş ve hedefe doğru ilerlemişti. Ancak, bu kadar derin bir alanı tek başına tamamlamasına imkan yoktu. Bunun için Mükrimin Halil, Tarih’e meraklı gençlerin dikkatini bu konu üzerine çekiyordu. Bilgisini büyük bir cömertlikle talebesine, dostlarına ve bütün faydalanma kabiliyeti olanlara dağıtıyordu. Bir şey soruldu mu, cevabı saatlerce bazen gece yarısına kadar sürüyordu. Yetişmiş birçok genç veya orta yaşlı tarihçimiz O’nun bu konuşmalarından geniş mıkyasda faydalandılar. Tez yazmak, bir eser hazırlamak isteyen her genci karşısına alır, ona adeta dikte ederek plan, bibliyografya veya konudaki başlıca düğüm noktalarını verirdi. Keşf ettiği yeni eserleri hangi yazma nüshasının kenarında, hangi “Resail” kitabının içinde isimsiz olarak ele geçirdiğini anlatır, meraklılarına bunların numaralarını ve yerlerini cömertçe yazdırırdı. “Cömertçe” diyorum; çünkü daha eski nesillerden öyle meraklılara rastladım ki, bu türlü bilgilerini herkesten kıskanıp saklamışlar ve bir kısmını mezara götürmüşlerdir. Mükrimin Halil’in bu bilgi cömertliği o’na çok mükemmel örnek olmasından ileri geliyordu. Daha Mülkiye’de okuyorduk. Tatil akşamları tanınmış Türk Nümismat’ı Ahmed Tevhid’i ziyarete giderdik. Mükrimin’in çalışma şevkini ve bilgisini takdir eden bu zat, artık tamamlamaya vakti kalmadığına kaani olduğu Anadolu Beylikleri devrine ait notlarını benim yanımda Mükrimin Bey’e verdi: “Bunlar senin işine yarar. Sen devam et ve tamamla!” dedi. Bu güzel örneği, o her zaman takip etti. Sahasında derinleşen insaflı bütün tarihçiler O’nu şükranla anacaklardır.

Çalışma ufkunun daralması ve derinleşmesi ne kadar yerinde ise, üniversite kadrolarının baskısı yüzünden aynı zamanda Anadolu ve İslam Tarihlerini okutma zorunda kalması da o kadar zararlı oldu. Çoktan uzaklaştığı konulara yeniden dönmeye zorladıkları için, geniş bilgisinden faydalanmak isteyenler asıl konusunda eser vermesine kısmen mani oldular. “Artık yazmaya başla!” sözü dilimden düşmezdi. “Bu kaynak toplama işi hiçbir zaman bitmeyecek. Kalanları gelecek nesillere bırak” diyordum. Bu gecikmeyi fark eden devlet adamları onu disiplin altında Anadolu Tarihi’ni yazmaya çağırdılar. Fakat kendisi politika çevresinden uzak kalmada ısrar etti. O da artık anlamıştı ki bitmez tükenmez malzemeye dayanacak olan bu yepyeni konuyu bir hamlede kucaklamak kabil değildir.”Önce monografilerden başlamalı” diyordu. “Aydınoğulları Tarihi”, “Dulkadiroğulları Tarihi”, “Feridun Bey Münşeatı” gibi ilk teşebbüsleri bunlardandı. İslam Ansiklopedisi’nin yayınlanmaya başlaması bu tarzda çalışmalara devam için güzel bir fırsat olacaktı. Nitekim orada, en sağlam monografileri çıktı. Fakat yöneticilerin lüzumsuz müdahaleleri yüzünden bir kısım arkadaşlarıyla birlikte bu Ansiklopedi’de işbirliğini bırakması o’nun vereceği birçok yeni esere ket vurdu.
Yatak odasına da başucundaki bir dolabın içi hemen bitmek üzere, yarıya gelmiş çalışmalarıyla doluydu. Yazma nüshaları inceleyerek basılmış metin üzerinde düzeltmeler yaptığı “Fihrist-i İbn-i Nedim” gibi tetkiklerini de buna katmalı. Bir tanesi de Oğuz Boyları’nın Anadolu’ya yerleşmesine ait geniş kıt’a da bir battal deftere yazmaya başladığı eserdi. Her boy’a bağlı uruğlar ve oymakların Anadolu’ya ne zaman, nerede yerleştiklerini bir yandan tarihlere, bir yandan 25,000 mıkyaslı Anadolu haritalarına dayanarak tespit ediyordu. Her boy’a ve oymak’a bir sahife ayırarak bunların yerleştikleri bölgeleri, Oğuz Soy’undan gelen köy adları ile yazıyordu. Türk’lerin vatana yerleşme tarihi için temel olacak bu kitabı bitiremedi. Umarım, oğlu onu da ele alır ve mutlaka tamamlar.

Çok geniş planda işe girişmiş ve ömrün kısa olduğunu hiç hesaba katmamıştı. Politikadan uzak kalınsa bile , dünyanın bin bir çetrefilliği insanı rahatsız etmekten geri kalmıyor;bu yüzden gün geçtikçe kötümserliği artıyordu. Ya’kub Kadri “Nevsal-i Milli”nin 1919’da yaptığı bir ankete cevabında:”İsmimle resmim…. Kimin için, ne için?”diye cevap verdiği zaman, çevreyi küçümser görünen bu cevap o zamanki genç zihinlere diken gibi batmıştı. Fakat Mükrimin Halil’in: “Yaz diyorsun ama, kim okuyacak?”sözü gençliğinde değil uzun hayal kırıklığından sonra yaşlandığında söylenmiş olduğu için bir ma’na taşımakta idi. Ama yinede haksızdı ve yazsaydı… Kimse okumasa, bir gün mutlaka okuyan gelecekti. Hayalî Tarih görüşlerine karşı İlmî Tarih’in ve meslek vicdanının isyanında daima ciddî idi. Onun yalnız şarka dönmüş bir “mütebahhir” olduğunu söyleyenler yanılırlar. İlkçağ ve modern Avrupa Tarih’i hakkındaki bilgisi, kendi ihtisas sahası kadar sağlamdı. Bundan dolayı o,vakanüvisliğe, romancı tarihçiliğe, mitoloji ile karışık tarih görüşüne daima cephe almıştı. Bir gün “Ateş ve Güneş” klübünde hocası Ahmed Refik’in ölümü dolayısıyla bir konferans vermişti. Orada tarih yazarlığın çeşitleri ve yanlış yorumlanışlarını, Batı ve Doğu Tarihçilerinden verdiği kuvvetli misallerle en güzel göstermişti. Geniş bilgisi onu sübjektiflikten kurtaran başlıca vasıtalardandı. Medeniyet ve Kültür tarihleri arasında yaptığı paraleller, görüşünü zaman zaman bir terih felsefecisi seviyesine çıkarıyordu. Tarih filozoflarını okumamıştı. Fakat bu karşılaştırmalarda ba’zan onlardan kuvvetli idi. Çünkü hiçbir felsefe açısının inhisarcılığına bağlanmıyordu. Bu görüşlerini bol bol arkadaşlarına anlatır, konferanslar verirdi. Bir kısmını “Mükrimin Halil Yinanç’tan Sohbetler” adı altında Refii Alpayer ve Şinasî Özatalay yayınladılar. (1962) konuşmasından alınmış notlardan bir kısmı Şadırvan ve Tarih dergilerinde çıktı. Bir kısım Türk Sosyoloji Derneğinde konferans olarak verildi.(1963) Birinci Tarih Kongresi’nde Yusuf Akçura o’nu ilmî ve objektif tarihin bir temsilcisi olarak gösteriyor,”Feridun Bey Münşeatı” adlı tetkikini buna örnek olarak veriyordu.

Erken ve ani ölümü, son zamanlarda bıraktığı ve tamamlayacağını sandığı bir kısım çalışmaları çıkarmasına engel oldu. Hayata karşı kötümser bakışı onu verimlilikte de onu ye’se düşürmüştü, denebilir. Fakat, aslında, bu yorulmak bilmez insan hiçbir zaman kendi meslek hayatına ve ilim anlayışına sadıklığını kaybetmezdi. Aynı objektif tarihçi görüşü ile hadiselere baktı. Yakın dostları o’nu yalnız bırakmadılar.Sohbetlerinden faydalanıyorlar, münzevîliğin azabından kurtarıyorlardı. Çok basit giyinir, basit yaşar, eline geçeni büyük mıkyasda kitap almaya sarf ederdi. Bir doçent hanım, ölümünden bir gün önce bin liraya nâdir bir el yazması nüsha satın aldığı için duyduğu sevinci anlatmıştı. Birkaç fakir talebenin okuma masrafını gördüğü halde, dünyalığını düşünmedi. Yüzü güzel değildi, ama gönlü güzeldi ve konuştuğu zaman insanı ağzına baktırırdı. Kafasının içi çirkin ve akıl gözü kör olanlar, onun bu vasıflarını görmemeye mahkûmdurlar.<<20.10.1969>>

BASILMIŞ ESERLERİ

CXCVIII_1569/1374 (1): Feridun Bey Münşeâtı (Tarihi Osmanî Encümeni Mecmuası 77.,79.,80.,81.,sayılarından ayır basım)
İstanbul Matbaa-i Âmire;1341(1925); 48 sf; 8

1569/1375 (2) Maraş Emîrleri (Tarihi Osmanî Encümeni Mecmuası;82.,83.,85. sayılarından ayrı basım)
İstanbul Matbaa-i Âmire;1341(1925); 48 sf; 8

1569/1376 (3) Düsturname-i Enverî (Enverî’den)
İstanbul Devlet Matbaası; 1928 121 sf; 8

1569/1377 (4) Düsturname-i Enverî (Medhal)
İstanbul Evkaf-ı İslamiye Mat;1929 98 sf;8

1569/1378 (5)Anadolu’nun Fethi(Türkiye Tarihi Selçuklular Devri)
İstanbul Akşam Mat.1934 88sf;8 

1569/1379(6) XII:Asır Tarihçileri Ve Müverrih Âzîmî
İstanbul Bürhaneddin Mat. 1934 23 sf;8

1569/1380(7) Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Kadar Bizde Tarihçilik(Tanzimat 1.den ayrı basım)
İstanbul Maarif Mat. 1940; 23 sf; 8

1569/1381 (8) Musul Ve Elcezîre’de Oğuz Türkleri
Ankara,Başvekalet Mat. (tarihsiz) 24 sf; 8